Benlik, Bilinç ve Narsisizm
- İ. Şahin Ateş
- 25 Oca
- 11 dakikada okunur
Bu metin İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği (FPD) bünyesinde Salt Galata'da gerçekleştirilen 06.10.2024 tarihli etkinlikte tarafımca yapılmış olan sunuma aittir.
Herkese merhaba,
Bugünkü konuşmam “benlik, bilinç ve narsisizm” kavramları arasındaki ilişkiyi tartışacak. Başlarken, sizlere üç ip ucu sunacağım. Bugün bu ipleri gittikleri yere kadar takip edebilme olanağım olmayacak; nitekim bu benim için de devam eden bir soruşturma. Fakat bu ip uçlarının Freud okurlarına çeşitli sezgiler sunabileceğine inanıyorum. Bu ip uçlarından ilk ikisi, bugünkü buluşmamızı doğrudan ilgilendiren bir metinden, “Narsisizm Üzerine’den” (1914) alındılar:
“Yalnızca bir anıştırma olarak, bu gözetleyici ajanın gelişim ve güçlenmesinin kendisini izleyen (öznel) belleğin doğuşunu ve bilinçdışı süreçlere hiçbir uygulaması bulunmayan zaman etmenini içerebileceğini de eklemek isterim.” – “Narsisizm Üzerine” (1914), III. Bölüm, dipnot
“Burada, sansür uygulayan ajanın Ego’nun kalan bölümünden farklılaşmasının bilinç ve öz bilinçlilik arasındaki felsefi ayrımı oluşturmaya yetkin olup olmadığını belirleyemem.” – “Narsisizm Üzerine” (1914), III. Bölüm, dipnot
“Bilincin kökeni hakkında diğer kaynaklardan çok az şey bilindiği akılda tutulmalıdır; dolayısıyla bilincin bir anı izinin yerine doğduğu önerisini ileri sürdüğümüzde, iddia en azından oldukça kesin terimlerle kurulmuş olması nedeniyle dikkate alınmayı hak eder.” – “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920), IV. Bölüm
Bu alıntıların sizlere bilincin gelişiminin belleğin gelişimi ile nasıl da ilişkili olabileceğini sezdirmiş olduğunu düşünüyorum. Diğer bir yandan, bilincin kökeni denen şey, “bir izden” fazlası da değildir. Bu şimdiden ilgi çekici olmalıdır. “Nasıl olur da iz gibi bir şey” bir şeyin kökeni olabilir? Ya da nasıl olur da bir şey, yani bilinç, iz gibi başka bir şeyin “yerine geçebilir”? Zira iz, bir fark ile düşünülmediği müddetçe, bir kendinde-şey olarak yani, düşünülebilir bile değildir. Ama diğer bir yandan, tam da farkı ve hareketi sayesinde, köken olabilmeye muktedirdir. Fakat bu bile onu zorunlu olarak bir köken yapmaz. Çünkü henüz bu hafıza izi hakkında yeterince şey konuşmadık; onun herhangi bir hafıza izi olduğunu da söyleyemeyiz. Ancak şundan emin olabiliriz: Hafıza izi, “bir zamanlar çok önemli bir şey olması dolayısıyla” kökenleşmekte değildir; bu yorum psikanalitik bir çerçeveden yapılamaz. Her şeyden önce bu yorumun muhteva ettiği zamansallık psikanalitik olana, en azından Freud’un eserinde gördüğümüz zamana, taban tabana zıttır. Bu da bizi ilk alıntımıza götürür. Son derece enteresan olan bu dipnotta Freud kronolojik zamansallığı “gözetleyici ajanın” gelişimi ile açıklamaktadır. Bilinçdışının zamansızlığı karşısında gözetleyici ajanın, yani Üstben’in kronolojik zamansallığı (ya da bu zaman algısını) mümkün kılıyor oluşu üzerinde ne kadar dursak azdır. Tartışmamızı buradan başlatabiliriz. Hatta bence, başlatmak zorundayız. Zamanı hesaba katmadan Freud’un eserinde bilince alan açamayız. Göreceğimiz üzere iz ile bilincin arasında gerçekleşen bu hareket, Freud için son derece önemli bir ayrımın ifadesi olacak.
“Metapsikoloji metinlerinin” Freud tarafından kaleme alındığı döneme çok yakın bir tarihte narsisizmin tartışmaya açılması, hatta, kavramın Freud tarafından takipçilerine “takdim edilmesi”, metnin kendi yapısını da düşündüğümüzde oldukça ilgi çekicidir. “Narsisizm Üzerine” okuyucusuna narsisizme “girebilmek”, onu çalışmasının gündemine taşıyabilmek için üç temel yol sunar. Bunlardan ilki, Freud’un “parafreniler” başlığı altında beraberce ele aldığı “erken bunama” ve “şizofreninin” libidinal ekonomik durumunun psikanalitik izahında narsisizmin yeridir. Nitekim Freud başka yerlerde söz konusu hastalıklardan “narsisistik nevrozlar” olarak da bahseder. Yani şimdiden narsisizm, kendi başına bir tanı ya da durum değildir. Narsisizm psişik aygıtın örgütlenme biçimlerinin, yani psişik yapıların, çeşitli katmanlarını ele alırken başvurabileceğimiz bir kavramdır. Bu noktada bizim dikkatimizi çekmesi gereken husus, Freud’un tartışmayı “şizofrenik durumlar” üzerinden sürdürmesidir. Yani, herhangi bir psikoz görünümünden bahsediyor da değiliz. Freud bilhassa şizofreniden bahsetmektedir ve bu bizim aşina olduğumuz bir durum. Zira “Bilinçdışı” (1915) makalesinin son bölümleri ya da “Düşler Kuramına Metapsikolojik Ek” (1917) gibi metinler de doğrudan aynı yolu izlerler. Eğer geçtiğimiz yılın Temmuz ayında yine burada yaptığımız etkinliğe katıldıysanız, sizlere bu metinlerin bu özelliklerinin “Ego ve İd’deki” (1923) araştırmalar ile ilişkisini göstermeye çalıştığımı hatırlarsınız.
Şizofrenide söz konusu olan durum, Freud’a göre, şudur: Nevrotik durumlar söz konusu olduğunda “dış dünyadan çekilen libidinal yükler”, nevrotikte imgesel karşılıklar bulurlar. Bu mekanizma, makalenin üçüncü paragrafının son satırlarında Freud tarafından izah edilir. Bu imgesel ikamelerin kaynağı Freud’a göre bellektir. Histeri ya da obsesyonel nevroz söz konusu olduğunda kişi “eyleme dökmelerinden” vazgeçer ve imgesel ikameler yoluyla libidinal yatırımlarına bir boşalım alanı ararlar. Bu kısmın altını özellikle çizmek isterim. İlgili çalışmacının bu kısmı Freud’un “Die Verneinung” (1925), yani “Olumsuzlama” çalışması ile birlikte ele alması icap eder. Biz devam edelim: Şizofrenide durumun bununla alakası yoktur. Dolayısıyla, “Şizofrenide dış dünyadan çekilen yüklere ne olur” diye sormak, esasında, “Şizofrenide belleğin (ve doğal olarak bilincin) durumu nedir?” diye sormaktır. Bu aynı zamanda, pekâlâ, “şizofrenide zaman sorusunu” sormaktır. Zira size şayet belleği nevrotik için tesis eden psişik yapı ile şizofrenik durum arasında narsisistik farklar olduğunu iddia ediyorsanız, zaman algısı gibi son derece temel durumların da tartışmaya açılabilir olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Zira, örneğin, bir nevrotiğin “gündüz düşlerinde” tahrif ettiği zamansallık, tam da nevrotik olduğu için tahrif edilebilir olan bir zamansallıktır. Yani nevroz bir hastalık olduğu kadar bir zaman biçimidir de. Bu açıdan bakıldığında, saatlerin zamanından ne farkı olabilir ki? Freud’un bu soruya, yani şizofrenide dış dünyadan çekilen yüklerin akıbetine ilişkin soruya cevabı, bunun bir çeşit narsisizm olduğu yönündedir.
Bu yüklerin benliğe (yani egoya) geri döndüğünü ve dolayısıyla narsisistik bir durumun tesis edildiğini söylemek, Freud’un tabiri ile, bilinmeyen bir durumu başka bir bilinmeyen ile açıklamaktan başka bir şey değildir. Bu noktada Freud şunu belirtir: Otoerotizm ile narsisizm bir ve aynı şeyler değildir. Narsisistik bir durumun tesis edilebilmesi adına benliğin gelişmesi gerekir. Dolayısıyla benliğin gelişimi narsisizmin bir koşuludur. Yani, nevrotik bir durumu narsisistik bir nevrozdan (ya da Freud’un tabiri ile parafreniden) ayıracak olan şey tek başına benliğin oluşumu değildir. Örneğin şizofreni söz konusu olduğunda gelişmemiş bir benlikten bahsedilebilmesi söz konusu değildir. Bu husus son derece büyük bir önem arz ederken, pozisyonumuzun şu özelliğinin altını çizmemiz gerekir: Gelişmiş ya da gelişmemiş bir benlikten bahsederken, bunu Freud sonrası araştırmacıların yaptığı anlamda yapmıyoruz. Benlik, Freud’a göre, otoerotik duruma eklenen “yeni bir psişik eylemdir.” Yeni bir eylem. Bu ne demek? “Büyük yazarlarda tesadüf yoktur.” Dr. Mehmet Mansur’un bir ifadesiydi bu. Freud hiç de aşina olduğumuz şekilde benlikten bir çeşit karakter, kişilik ya da türevi gibi bahsetmemektedir. Bu tanımın her iki yanına da gereken özeni göstermek gerekir. Bir yandan “yenilik” söz konusudur. İyi ama neye göre ve ne farkla? Diğer bir yandan da eylem, yani etkinlik, dolayısıyla da “devam eden bir fark” söz konusudur. Biz burada, yani “eylem” sözcüğünün bu ortaya çıkışında, Freud’un Hegelci tartışmalara ilişkin üstü kapalı pek çok göndermesinden birisini görmekteyiz.
İşte bu soruların yerli yerine oturtulabilmesi için Freud’un 1911’de yayınladığı “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar” makalesi son derece büyük bir önem arz eder. Şimdi bu makale, bilmeyenleriniz için, şu sorun ile başlar: Nevrotikler gerçekliğin ne tümüne ne de parçalarına katlanabilir durumdadır. Dolayısıyla makale hem nevrotiklerin hem de psikotiklerin gerçeklik ile münasebetini ele almayı vaat eder. Elbette ki psikotik bir girişim olarak katlanılamayan bu gerçeklik karşısında ortaya çıkan doyum varsanılarından bahsedilebilir. Ama varsanı bu krizin çözümü için yegâne girişim değildir. Freud şöyle yazar: “Varsanı yerine ruhsal aygıt dış dünyada gerçek koşulların bir kavramını oluşturmak ve o koşullarda gerçek bir değişiklik yapmaya girişmeye karar vermek zorunda kalmıştı. Böylece zihinsel işleyişin yeni bir ilkesi ortaya çıktı…” Yeni bir ilke! Gerçeklik ilkesi. Bu “yeni” sözcüğü çok uzun bir süre hem Freud sonrası araştırmacıları hem de psikologları ziyadesiyle oyaladı. Zira haz ilkesinin yerini gerçeklik ilkesine bırakması Freud’u son derece kabul edilebilir bir zemine oturtmaya meydan veriyordu. Lacan’ın 2. Seminer’inden aktaralım:
Gerçeklik ilkesi genelde şu basit gözlemle sunulur: İnsanın hazzı fazla araması başına türlü kazalar getirir – parmaklarını yakar, belsoğukluğu kapar, suratını dağıtırlar. İnsanın öğrenmesinin doğuşunu böyle betimlerler bize. Ve derler ki haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında karşıtlık vardır. Bizim perspektifimizde bu, tabii, başka bir anlam kazanır. Gerçeklik ilkesi oyunun sürmesi, yani hazzın yenilenmesi, savaşın savaşçı yok diye bitmemesi demektir. Gerçeklik ilkesi hazlarımızı, hani eğilimi tam da sona ermek olan şu hazları iyi yönetmek demektir.
Hazzın sevk ve idaresi. Gerçeklik ilkesi bundan mesuldür ve bu sorumluluğunu psişik aygıtın spesifik bir kısmının işe koşulması vesilesiyle gerçekleştirir: bilinç. Freud şöyle yazar: “Şimdi bilinçliliğin o güne dek tek ilgi odağı olan haz ve hazsızlık nitelikleri yanında duyusal nitelikleri de kavraması öğrenilmiştir.” Yani bilinç gerçeklik ilkesinin gelişiminden önce mevcuttur ve alametifarikası haz ve hazsızlığa dair bir hüküm vermektir. Duyusal niteliklerin kavranması, bilincin “sonradan edindiği” bir beceridir. Öyleyse bilinç, algıyla yaşıt değildir.
Hazzı süreğen hâle getiren, onu erteleyerek ve dolandırarak zamana yayan, ortadan kaldırmaktan ziyade sönümlenmesinin önüne geçen bu ilke, aynı zamanda belleğin gelişimine de meydan verir. Böylelikle benlik ve bilincin gelişimi, hazzın akıbetinden ayrılamaz hâle gelir. Peki, bir şey nasıl bilinçli hâle gelir? Bu, geçtiğimiz yıl burada yaptığım sunumun başlığıydı. Çok kısaca bir cevap verecek olur ve Freud’un “Bilinçdışı” (1915) başlıklı makalesini takip edersek bir şeyin bilinçli hâle gelmesi bir çeviri işidir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Freud için “arzu”, bir ifade biçiminden başka bir şey değildir. Bunu yakın bir zamanda gerçekleştirdiğim ve “regresyon” konusuna hasrettiğim bir sunumda uzun uzadıya açıklamıştım. Derrida bunun için “Rüya gören kişi kendi gramerini yaratır. Kullanmakla yetineceği anlamlı bir malzeme ya da hazırda duran bir metin yoktur…” der. Bizim için 1911 metni özelinde önemli olan, gerçeklik ilkesinin gelişimine meydan verdiği bu bellek söz konusu olduğunda, onun için ancak aslı gibidir diyebileceğimizdir. Ama bu bir yetersizliğin ifadesi olmak zorunda değildir. Bunu Lacan, 11. Seminer’inde, Freud’un “52. Mektup’undan” yola çıkarak şu şekilde açıklıyor:
…Wahrnehmungszeichen, algı izleri nasıl iş görür? Freud kendi deneyimine bakarak algı ile bilinci kesinlikle ayırmak gerektiği sonucuna varır – algı izlerinin belleğe geçmesi için önce algıdan silinmesi gerekir, aynı şekilde algıya geçmesi için de bellekten silinmesi gerekir. Freud o halde bu Wahrnehmungszeichen’in eşanlı olarak oluşması gereken bir zaman bulunduğunu belirtir. Nedir bu? Gösterenin eş zamanlılığı değil midir?
Bilindiği üzere, Lacan’ın 1896 tarihli bir mektuptan nakletmiş olduğu bu düşünce çizgisi Freud tarafından yıllar sonra kaleme alınan farklı eserlerde de (tıpkı bugün andığımız 1911 makalesinde olduğu gibi) sürdürülmüştür. Bu eserlerden birisi 1925 yılında yayınlanan “Gizemli Yazı Tahtası” denemesidir. Freud bir çocuk oyuncağı olarak tasarlanan, bir yandan yazılabilip diğer bir yandan da hem yazılanı muhafaza edebilen hem de temizlenilebilen bir “yazı tahtası” örneği ile algı ve bellek arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışmaktadır. Freud algı-bilinç ve belleğin salınan, birbirlerinin yerine geçen hareketini “zaman kavramının kökeni” olarak görür. Yani psişik aygıt adına belleğin oluşumunu mümkün kılan koşullar, aynı zamanda, bir zaman algısına sahip olmamızı mümkün kılan şeydir. Ne var ki yukarıda da söylediğim üzere bu zamana dair olası algılama biçimlerinden ancak birisi, belki adına “nevrotik olan” diyebileceğimiz bir zaman algısı olabilir. Bu onu kötü, sorunlu ya da hastalıklı yapmaz lâkin bu zaman algısının en iyi ihtimâlle aslı gibi olabileceğini gösterir.
Aslı gibi. Psikanaliz bizlere beşerî durumların ortak bunu sunar: Asılları gibi olmaları. Bunu onların birer kopya olduğuna yormakta aceleci olmamalıyız. Şimdi sizlere tekrar hatırlatmak isterim. Bizi 1911’e, yani Narsisizm Üzerine’nin 3 yıl öncesine dönmeye sevk eden sözcük “eylem” sözcüğü idi. Freud benliğin gelişimi için “yeni bir eylem” demişti. Şimdi Freud’un 1925’te yayınlamış olduğu bir başka “Olumsuzlama” başlıklı makalesinden aktarıyorum:
Düşünmeye, boşalım süreci ertelendiğinde, zihinsel aygıtın uyaranın artan gerilimine dayanmasını olası kılan özellikler verilmiştir. O temelde deneysel bir eylemde bulunma türüdür ve ona oldukça küçük yük niceliklerinin yer değiştirmesiyle aynı zamanda onların daha az harcanması (boşalması) eşlik eder.
“Deneysel eylem.” Bu metin, yani “Olumsuzlama”, tıpkı “Narsisizm Üzerine” gibi, esasen yeni bir eylemi tartışmaya açar. Bu eylem yargılamadır. Freud bu makalede iki tür yargı işlevi tanımlar:
En eski dürtüsel itkilerin dilinde yargı işlevi içe alınacak ya da alınmayacak şeylerle ilgilidir.
Yargı işlevinin ikinci türü ise bilinçdışı temsiller ile ilişkilidir: “Bu artık algılanmış olanın (bir şey) Ego’ya alınıp alınmaması sorunu değil bir sunum olarak Ego’da var olan şeyin algıda da (gerçeklik) yeniden keşfedilip keşfedilemeyeceği sorunudur.”
Şöyle yazar: “Olumsuzlamanın yardımıyla bastırma sürecinin yalnızca bir sonucu ortadan kalkar – yani, bastırılmış olanın düşünsel içeriğinin bilince ulaşmaması.” Olumsuzlayıcı hareket vesilesiyle bilinçdışı bir temsilin bilinçli bir malzeme hâline gelişinin bastırmayı ortadan kaldırmamasında şaşılacak bir yan yoktur. Freud’un eserinde hiçbir zaman hareketin bir safhası diğer bir safhayı ortadan kaldırmaz, yok etmez. Bu, örneğin, onun belki de en meşhur mektubu olan ve 1896’da kaleme aldığı “52. Mektup’tan” itibaren izi sürülebilecek olan psişik aygıt yapısının doğrudan bir sonucudur. Peki ama bu senaryoda, yani bir temsilin olumsuzlanmak suretiyle bilinçli hâle geldiği senaryoda, bilinç nedir ki? Zira konuşmamın başında sizlere vermiş olduğum tanımların üçüncüsü bize bilincin ancak bir anı izinin yerine geçmek suretiyle var olabileceğini bildirmişti. Burada, belki, şu şekilde devam etmek yerinde olabilir. Derrida’dan aktaralım:
Bilinçdışı metin halihazırda anlam ile gücün birleştiği saf izlerle ve farklarla örülmüştür: Hiçbir yerde mevcut olmadığı gibi, zaten hep transkripsiyon olan arşiv kayıtlarından oluşur. Kökensel estamplar. Her şey yeniden üretimle başlar. Zaten hep: asla şimdi-burada olmamış bir anlamın, gösterilen şimdisi daima gecikmeli olarak, nachtraglich, sonradan, yani ilaveten baştan oluşturulan bir anlamın çökeltileri.
Derrida’nın bu uyarısı, psikanalizi bir deşifrasyon ile karıştırmamak adına önem arz eder. Elimizde söz konusu fark mantığını sabitlememizi mümkün kılacak araçlar mevcut değildir. Bilimimizi analizanın gösteren ağının bir adım gerisinden (ya da üzerinden) kuramayız. Psikanalizin pozisyonu buna elverişli değildir. Zira bu türden bir özcülük, psikanalizin diyaloğunu sürdürdüğü Hegelci hareket ile hiçbir şekilde uyuşmamaktadır. Bu yüzden ben, örneğin, “bastırılanın geri dönüşünün” pek çok Freud okuru tarafından ısrarla yanlış okunduğunu düşünüyorum. Bu kimseler, psikanalizin ruhun derinliklerindeki kötücül hortlakların gün ışığına çıkabilmesine vesile olan bir uğraş olduğuna inanmayı sürdürmektedir. Halbuki, Derrida’nın tabiri ile, “her şey yeniden üretimdir”. Freud’un bu konudaki yorumu ise şudur:
Bir algının bir sunum olarak yeniden canlandırılması her zaman aslına sadık olmaz; atlamalarla ya da çeşitli öğelerin karışmasıyla değişmiş olabilir. Bu durumda gerçeklik sınamasının bu türden çarpıtmaların nereye kadar uzandığını kesinleştirmesi gerekir.
Yani, bellekteki bir iz, kronolojik bir tasnifin muhatabı olmak durumunda değildir. Tahrif edilmiştir. Psikanalitik manadaki bu yeniden üretim dolayımlıdır. Bunu açıklayabilmek için şimdi sizlere Alexandre Kojeve’den birkaç cümle okuyacağım:
İmdi, Hegel felsefesinde “dolayımsız”, “doğal” ya da “verilmiş” demektir. Gerçekten de bu düşünürlerin sözünü ettiği bağıntı, önkoşul olarak hiçbir “etkinliği”, hiçbir “çalışmayı”, hiçbir “kuvveti” ya da “gücü” gerektirmemektedir. Buraya kadar, Kojeve’in kullandığı sözcüklerin Freud’a yakınlığını seziyor musunuz? Devam ettikçe daha açık olacak. Çünkü bu durumda “öz”, “doğal” dayanağından ayrılmış (sıyrılmış) değildir ve köpeğin özünün sadece köpekte var olduğu gibi, Varlığın özü de kendisinde ve sadece kendisinde vardır (bulunmaktadır) ve (bundan ötürü, örneğin, insan elinden çıkmış şu masanın Varlığında bulunamaz). Yani burada, eylem de çalışma da güç de söz konusu değildir.
Tekrara düşerek bugün için bana ayrılmış olan vakti verimsiz kullanmaktan çekiniyorum. Bu sebeple sizlere başka yerlerde gerçekleştirdiğim kimi sunumlara atıfla konuşuyorsam, lütfen bunu bir kibir olarak görmeyiniz. Fakat bugün tartışmaya açtığım konuyu önemsiyorum ve bu konunun Freud’un eserindeki yayılımı son derece geniş.
Dolayım. Bu sözcüğe geri dönelim. Geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirdiğim “Freud’da Regresyon” başlıklı bir sunumda, söz konusu olan bu “dolayım” olduğunda Freud’un nevrotik ve şizofrenik olanı birbirinden nasıl ayırt ettiğini açıklamaya çalışmıştım. Çok kıymetli bulduğum birkaç satırı sizlere de okumak isterim. Bunlar “Düşler Kuramına Metapsikolojik Bir Ek (1917 [1915])” başlıklı metinden alıntılanıyorlar. Freud şöyle yazıyor: “Düşlerde yerbetimsel bir gerileme bulunur; şizofrenide bu yoktur. Düşlerde (Bö.) sözcük yükleriyle (Bd.) şey yükleri arasında serbest bir iletişim söz konusuyken şizofreninin özelliği bu iletişimin kesilmesidir.”
Bahsi geçen bu serbest iletişim, yani dolayım, Kojeveci kelimeler ile söyleyelim, “konuşan bir özgür ve tarihsel birey olarak “ortaya çıkan” İnsandır.” Dolayısıyla, Freud’un eserinin her yerine yayılmış olan “iş, emek ve eylem” sözcüklerinin olası, hatta bana göre doğrudan kaynaklarından birisini, böylelikle, Hegel’de bulabilmiş oluruz. Okuyalım: “Demek ki İnsan, tıpkı ortaya koyduğu söylemler gibi, bir verilmişvarlık değildir; bir “Tözün” “ilineği” de değildir. İnsan, mutlak bir gücün çabasının sonucudur, bu gücün ta kendisidir; yani ete kemiğe bürünmüş Olumsuzluktur ya da Hegel’in dediği gibi “olumsuz-ya-da-olumsuzlayıcı-antitedir.”
Böylelikle, “Olumsuzlama” makalesinde gündeme gelen “yargı” işlevinin bir psişik temsile, bunun bildiğiniz üzere Lacancı terminolojideki karşılığı gösterendir, kattığı dolayımın mantığının Freud tarafından hangi temellere oturtulabilmiş olabileceğine dair bir sezgi kazanmış oluyoruz. Bu sezgi bizlere gerçeklik ilkesinin hazzı erteleyen, dolaylandıran, zamana yayan ve bunu yaparken bellek, benlik ve bilinç ile ilişkilerini kullanmak suretiyle esasında “algılama” deneyimini nasıl belirleyebildiğini de açıklıyor. Derrida şöyle yazıyor:
Haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasındaki fark, sözgelimi, sadece ve öncelikle bir ayrım ya da dışsallık değildir; daha ziyade yaşamda kökensel bir olanaklılık olarak sapmanın, différance’ın ve ölüm ekonomisinin olanaklılığıdır.
Derrida haz ve gerçeklik kavramları arasındaki farkın, Freud’un eserinin geneline yayılmış olan bir fark mantığının görünümlerinden sadece birisi olduğunu savunuyor. Bununla hemfikir olduğumu sizlere izah edebilmiş olduğumu umuyorum. Bu fark mantığının Freud’un eserindeki ilk görünümleri için onun henüz psikanalitik kliniğin dahi olgunlaşmadığı yıllarda kaleme aldığı eserlerde sıkça karşımıza “niceliksel açıklamalar” olarak çıkan ifadelerine başvurulabilir. Bu niceliksel temel, fark mantığının gerektirdiği dolayımın diyalektik olarak daha eski ya da ilkel bir görünümü olarak kabul edilebilir. Bu sebeple Freud tarafından “yargı işlevinin” olumsuzlayıcı yanı, onun teorisinde yeni bir eylem olarak ortaya çıkabilir olur. Bu sözcükler bizim için artık şaşırtıcı olmamalıdır.
Şimdi, sözlerimi sonlandırırken, “Narsisizm Üzerine’ye” dönebilirim. Şizofrenide dolayım yoksunluğu. Bu, Freud’un “sözcük sunumları ve anı izleri arasındaki serbest ilişkinin” namevcudiyetini ifade etmemizin bir başka yolu olabilir. Bu sebeple 1. Seminer’de “Olumsuzlama” üzerine tartışan Lacan ve Jean Hyppolite, psikozda söz konusu olanın bir negativite olduğunu söylemekten çekinmezler. Söz konusu olan olumsuzlama değildir, olumsuzluktur. Bu sebeple şizofreni açısından zaman ve bilinç son derece tartışmaya değer konulardır; Freud’un Hegelci bir düşünce çizgisini izlediğine kani isek bir şizofreniğin konuşan bir Özne olarak kendisini tarihselleştirebilme imkânına sahip olmadığı ya da psikanalizin psikotik kliniğinin vaadi tartışmaya açılmalıdır. Zira psikotik için söz konusu olan bu Die Bejahung ve Die Verneinung çiftine dahil olmayan bir olumsuzluktur. Şizofrenide ölümün yeri konuşulmalıdır. Freud şöyle aktarıyor: “Genel olumsuzlama isteği (Die allgemeine Verneinungslust), bazı psikotiklerin sergilediği olumsuzluk (der Negativismus), dürtülerin, libidinal parçacıkların geri çekilmesiyle gerçekleşmiş olan, bir ayrışmasının işareti olarak kabul edilebilir.” Yani, biilinçdışında bir hayır yoktur!
Comments