Freudcu bir soru: Différance ve Çiftcinsellik
- İ. Şahin Ateş
- 13 Nis
- 13 dakikada okunur
Freudcu keşif bize insandaki tüm doğal ahengin derinden hoşnutsuz olduğunu öğretir. Mesele yalnızca çiftcinselliğin esas bir rol oynaması değildir. Bu çiftcinsellik biyolojik bakış açısından şaşırtıcı değildir zira insanda düzenleme ve normalleştirme araçlarına erişim genel olarak memeliler ve omurgalılarda gözlemlediğimizden çok daha karmaşık ve farklıdır. Sembolizasyon, yani Yasa, burada esas bir rol oynar.
Şayet Freud Ödipus karmaşası üzerinde totemler ve tabular sosyolojisi inşa edecek kadar ısrar ettiyse, bunun nedeni açık ki Freud için Yasa’nın ab origine orada olmasıdır. Dolayısıyla insanın kendisine köken sorusunu sorması söz konusu olamaz. Yasa tam da en başından beri oradadır, her zaman orada olmuştur ve insan cinselliği kendisini onun aracılığıyla ve onun vasıtasıyla gerçekleştirmelidir. Temel yasa basitçe bir sembolizasyon yasasıdır. Ödipus karmaşasının anlamı budur.
Bu sebeple, tahayyül edilebilen her şey Verdichtung, Verdrängung ve Verneinung’un üç dizgesi altında vuku bulur.
- Jacques Lacan, 3. Seminer, 11 Ocak 1956
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bugün için kendimize yönelteceğimiz ilk soru şu olmalıdır: Bir soru, yani bugünkü sunumun başlığındaki gibi bir şey, nasıl olur da “Freudcu” olarak nitelendirilebilir? Bir soru Freudculuğunu nereden alır? Geçmiş görüşmelerimizde olduğu gibi bugün de Freud’un muhtelif metinlerini elden geçireceğimiz şimdiden aşikârdır. Lâkin bir yazarın eseriyle meşgul olmak, bu esere sorduğumuz (ya da bu esere sordurduğumuz) soruları, belki içerikleri belki de biçimleri gereği, hangi şartlar altında o yazara yaraşır kılar? Yani, Freud’un eseriyle meşgulken uğraşımızın Freudcu olduğuna hangi noktada kani olabiliriz? Bu sorulara genel bir cevap vermek imkânsız olabilir. Fakat bugün için gündemimiz Freud’un eseri ise ve onun yazısına kulak kabartışımız şayet Freudcu klinikten miras almış bir tutumun sonucuysa, soruşturmamız Freudcudur. Yani bugünkü soruşturmamızı Freudcu kılacak olan şey bilginin Freudcu bir türüne iman değildir. Çünkü Freudcu klinik bir “bilgi” kliniği değildir. Bu klinikte gerçekleştirilen araştırmaların neticesinde bir bilgi geliştirilebilir fakat bu tamamen başka bir şeydir. Freudcu klinik analizanlarını bildiklerini bulmak için dinlemez. Nitekim, bildiğini bulmak isteyen bir kimsenin dinlemesine gerek de yoktur zira duyduğu ne olursa olsun, aradığını bulacaktır. Bu sebeple, örneğin Lacan, 3. Seminer’inde Freud’un Schreber’in hatıratını bir “dil bilimci gibi” değerlendirdiğini söyleyebilmektedir. Freud’un bu dil bilimci tavır için böyle bir bilimin geliştirilmesine ihtiyacı olmamıştır. Özetle, analitik çalışma içerisindeki tüm gayretimiz bir başka olasılığa şahitlik etmekse bir metin ile münasebetimizin de tam olarak bu olabileceğini söyleyebilmek mümkündür.
Bugünün ikinci sorusu ise şudur: Hiçbir soru ibaresi (ve hatta soru işareti) taşımayan bu başlıktaki “soru” nerededir? Bugünkü birlikteliğimiz neyi soruşturur? Nitekim, Différance ile çiftcinsellik kavramları arasına gelen “ve” bağlacının da soru sorar bir yanı yoktur. Görüleceği üzere soru, Freud’un çiftcinsellik mefhumunu ele alma biçimine dairdir; bugün bu biçime ilişkin araştırmamızda, biraz evvel bahsetmiş olduğumuz klinik tutumu sürdüreceğiz. Bu kavramın Freud’daki erken görünümleri ve Freud’un Fliess’ten miras aldığı tanım, bilindiği üzere, her bir kişide “iki” cinsiyetten de özellikle bulunduğunu ima eder. Kabaca izah etmek gerekirse, anatomik bir erkek baskın olarak eril olmak ile birlikte dişil özellikler de sergileyebilir vesaire. Bunun gibi erken anlayışlar üzerinde durmayacağız. Freud’un bu düşünceyi tamamen bir kenara bıraktığını ve “anatominin cinsiyeti tek başına belirleyemeyeceğini” öne sürdüğünü gösterebilmek ziyadesiyle kolaydır. Bizim ilgimizi çeken, üzerindeki görüşlerini uzun yıllar boyunca değiştirmeyi ve geliştirmeyi sürdürdüğü bu kavramın, Freud’un eserindeki önemli görünümlerine eşlik eden biçimdir. Freud’un “çiftcinselliği” doğrudan ele aldığı tek bir metin mevcuttur: “Histerik Düşlemler ve Çiftcinsellik ile İlişkileri”, 1908. Bu metin haricinde, bu konuya yapılan tüm diğer göndermeler, esas sorusu farklı olan araştırmalardaki ufak değiniler ya da önemli dipnotlardır.
Soru, çiftcinsellik mefhumunun, nihayetinde, ikili cinsî atıflar ile kapsanamayan yanıdır. Yani, çiftcinsellik bugün cevaplamaya niyetlendiğimiz bir soruyu içermekte değildir. Bütün bir mesele, cevaplanamazlığa dairdir. Biz bu cevaplanamazlıkta bir çaresizlik görmüyoruz. Niçin? Bugün nasıl bir yapısallığı tartışmaya açıyoruz? Kabaca özetlemek gerekirse: Freud, ilk yıllarında, çözülebilecek bir sorun olarak cinsiyeti nevrozların etiyolojisini anlamak yolunda bir araç olarak kullanmayı denemiştir. Burada mesele insan ruhsallığının merkezine neyin yerleştirileceğine dairdir. Bu türden bir yaklaşımın, kaçınılmaz olarak, varsayımları vardır. Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu içerisinde çiftcinsellikten bahsettiği uzunca dipnotu inceleyiniz. Freud’un kendisi “erilliği erkeklik ve dişilliği kadınlık ile bir tutmakta aceleci davrandığını” açıkça itiraf eder. Buradaki hata varsaymak ve sınıflandırmaktır. Böyle bir noktada, psikanalitik kliniğin tutumundan oldukça uzaktayızdır. Burada durumumuzu açıklayabilmek için Derrida’dan ilk alıntımızı yapalım:
… bu indirgenemez farkın ortak zeminini ve différance’ını düşünmeye çalışmamız gerekiyor. Üstüne üstlük rahme düşüşünü, oluşumunu, gebelik sürecini, doğum sancısını bugün ancak hayal meyal görebildiğimiz bir türden – buna da yine tarihsel diyelim – soruyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu sözleri söylerken, evet, doğurma süreçlerine dönüyor gözlerim – ama aynı zamanda, kendimi de dışında tutmadığım bir toplumda, gelişini haber veren fakat bunu ancak, her doğumda kaçınılmaz olduğu üzere, türsüz bir tür olarak – biçimsiz, dilsiz, çocuksu ve dehşet verici – bir ucube biçiminde yapabilen o henüz adı-konulamazla karşılaştıklarına gözlerini kaçıranlara da.
Derrida’nın makalesinin başlığı “Beşerî Bilimlerin Söyleminde Yapı, Gösterge ve Oyun”, Yazı ve Fark’tan. Makale, yapı mefhumunu düşünürken merkez problemi ile ne yapacağımızı soruşturuyor. Onu üstlenecek miyiz? Organizasyonu bir merkeze gebe mi kılacağız? Elimizde merkezleri birbirleriyle ikame etmekten başka ne kalacak? Peki onu iptal edebilir miyiz? Böyle olduğunda, bir merkezsizliği mi düşünmemiz gerekiyor? Nasıl mümkün olabilir bu? Derrida, tahmin edebileceğiniz üzere, her ikisini de seçmeden, Lévi-Straussçu “ensest skandalından”, doğa ve kültür ayrımını alaşağı eden ve dolayısıyla böylesi bir ayrımı ve ayrıştırmayı artık tanımayan bir skandaldan bahsederek devam ediyor ve şöyle yazıyor: “Esasında, söylem için yeni bir statü arayışındaki bu eleştirel çabanın en cezbedici görünen yanı bir merkeze, bir özneye, ayrıcalıklı bir referansa, bir kökene veya mutlak bir arkhe’ye olası her göndermenin terk edildiğinin söylenmesidir.” Lâkin şöyle bir itirazla karşılaşabiliriz: “Ama siz, bugün Freud’dan bahsediyorsunuz. Burada fallus, ayrıcalıklı bir referans değilse, nedir?”
Her şeyden önce, fallik olanı, Freud’un bize erojenitasyon mefhumu vesilesiyle öğrettiği bir matris olarak düşünebilmek mümkündür. Bu fallik matrisin mantığını “Narsisizm Üzerine’yi” (1914) çalışmak suretiyle inceleyebilirsiniz; Freud bu metinde bir gösteren olarak fallusün penisle sınırlandırılamayacak, penise zorunlu olarak atanmak ile sonu getirilemeyecek bir gösteren olduğunun izahını sunmaya çalışır. Zira nihayetinde erojenite, bir organın "doğal” işlevinden ibaret olmadığının teminatıdır. Lacan’ın 11. Seminer’de “göz”ü nasıl tartıştığını hatırlayınız. “İşlev” denen şeyi sabitlemekle organı idrak etmeye yaklaşılamaz bile. Lacan’ın görüşü budur. Jacques Alain-Miller şöyle söyler: “Özne’nin bir beden ile ne yapması gerektiğine dair hiçbir doğal bilgisi yoktur. Organları ile ne yapacağını öğrenmesi gerekir. Söylemler bu işe yarar.” Dahası, işlevi sabitlemek ile tesis edilecek “organ dili” nevrotik değil psikotik bir girişimdir. Freud “Bilinçdışı” (1915) başlıklı makalesinin son bölümünde organ dilinin şizofrenik bir belirti olduğunu dile getirir ki bu az önce sizlere işaret ettiğim Narsisizm metni ile uyum içerisindedir. Psikotiğin organ dili, “her şeye yeter”. İşlevseldir. Oysa objet a, Lacan’a göre, bizden ayrılan bir parçadır; fallusün işleviyle benzeşebilişi eksikliğinden gelir. Kastrasyon ile mümkün olan kurucu ve kurgucu bir eksiklik. Freud’un karşılaştığı ilk histeri vakalarındaki felçleri nasıl “organik” olanlar ile mukayese ettiğini hatırlayınız. İlk tespiti şu olmuştu: Bu hastalar organlarının temsillerine başka bir şey yapamıyorlar. Yani, konversiyon söz konusuydu, dolayısıyla, kitlenmişlerdi. Organları herhangi bir şey olmakta başarısızdı. Niçin? Çünkü bir şey olmuştu ve başka bir şey olamıyordu. Bu durumun gerekçelerini sizlere verdiğim farklı seminerlerde izah ettim. Bugün bu tartışmayı farklı bir şekilde ele alacağım.
Şu önermeyi öne sürerek başlayabiliriz: Bastırılanın geri dönüşü, bastırılmış ve gizli kalmış bir şeyin, bir gün ortaya çıkması değildir. Psikanaliz bir gizin üzerindeki perdeyi kaldırmayı vaat etmez. Her nasılsa, psikanalizin böyle bir şey olduğunu zannetmek yıllar içerisinde geçer akçe hâline gelmiştir. Bu sanı için bütün mesele gizleri giz olarak muhafaza eden savunma mekanizmalarının çalışılması ve onların işlerinin iptal edilmesidir. Bunun için savunma mekanizmalarını tasnif etmek ve faydalı olanları olmayanlardan ayırmak kâfi gelecektir, vesaire. Böylesi bir yaklaşımda Freudcu hiçbir şey olmadığını idrak edebilmek namına herhangi bir Freud metnine başvurmak kâfidir. Örneğin, 1899 tarihli “Perde Anılar’ı” ele alalım. Bu harikulade metnin son satırlarında Freud okurlarına “çocukluk hatıraları diye bir şey olmadığını” bildirir. Bütün mesele, çocukluğa dair sahip olduğumuz şeylerdir. Bu şeyler tam da hatırlama anında, yani tam da sanki çocukluğumuzu hatırlamak suretiyle yeniden yaşadığımız o anlarda kurulurlar. Kelimenin tam manasıyla, hatırlamadan evvel ortada çocukluk diye bir şey yoktur. Ama çocukluğun erişimimizin uzağında kalmış bir kütle gibi olduğunu, bir noktada onun üzerindeki perdenin kalkacağını ve tüm hakikatin bizim için gözle görülür olacağını ummak sakinleştiricidir. Bu umut yalnızca Freud’un eserinin kaderi değildir ve yirminci yüz yılın tüm önemli sosyal bilim ve felsefe çalışmaları, doğrudan ya da dolaylı olarak, böylesi bir anlayışın sırtını dayamış olduğu nedensellik ve zamansallık ile meşguldür. Derrida’nın da yukarıda atıfta bulunduğum makalesi, esasen, bu problem ile ilgilenmektedir. Bunlar hiç de hafife alınamayacak risklerdir. Bastırmanın “bir şeyi” bastırdığına inandığınız anda, örneğin cinsiyetin genital organlar ile belirlendiğini varsaymaktan hiç de uzakta olmamış olursunuz. Mesele ihtimallerin masum gözüküp gözükmemesi değildir. Bu Freudcu bir ifade ile bir Weltanschauung, yani “dünya görüşü” problemidir.
Derrida’nın différance’ını tanıtmak ile başlayalım. Esasen onun farklardan müteşekkil bir sistemin hareketi olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Sadece böyle düşünmek, différance’a bir gösterge atamak riski barındırdığı için pek elverişli değildir. Différance, bir başka tanım ile Derrida’nın Hegelci spekülatif diyalektik ile arasına koyduğu mesafenin (Positions, s. 44), diyalektiğin “üçüncü bir terimde” huzur ve sonuç bulamamasının müsebbibidir. Nedir spekülatif diyalektik? Derrida’ya göre “Metafiziğin ikili karşıtlıklarından kaçınmak için, basitçe, onları nötralize etmek ve bu karşıtlıklardan müteşekkil kapalı bir sisteme tamah etmek, dolayısıyla onu onaylamaktır.” Neden? Çünkü “ikili karşıtlıkların hiyerarşisi kendisini daima yeniden kurar”. Dolayısıyla gereken şey, Derrida’ya göre, sonsuz bir analizdir (Positions, s. 42) (bu kavrama aşinayız!). “Şayet yayılma (dissemination), spermal différance kesin bir kavramsal anlam içerisinde özetlenemiyorsa bunun sebebi onun yıkımının güç ve biçiminin semantik ufukları patlatmasıdır.” Göreceksiniz, Freudcu alanda, bu noktadan çok uzakta değiliz. Derrida Margins of Philosophy başlıklı kitabı içerisindeki “Différance” başlıklı makalesinde, différance’ın “a”sının bir piramit, bir anıt mezar gibi olduğunu bildirir. Suskun bir anıt gibidir bu a harfi. Yazıda belirgin, seste değildir. Derrida şöyle açıklar:
E ve a arasındaki grafik farkın piramidik sessizliği elbette ki yalnızca fonetik bir yazı sistemi ve tarihsel olarak fonetik yazı ile bağlantılı dil ve gramer içerisinde işlev görebilir zira bütün olarak kültür fonetik yazıdan ayrılabilir değildir.
Alıntı bu kadardı. Şimdi bir anahtar: Bugün aklınızda daima Rüyaların Yorumu’nun 6. Bölüm’ünün, yani rüya çalışması başlıklı bölümün açılış satırlarını bulundurun. Freud’un bütün bir gayreti, bu çalışma içerisinde hiçbir şeyin olduğu gibi ele alınamayacağını gösterebilme maksadı taşır. Bölümün hemen başında vermiş olduğu karikatürize bir örnek ile Freud bize bir rüyanın imgelerinde sesleri nasıl duyabileceğimizi sezdirmeye gayret eder. Bu nevrotik bir imkândır. Zira şu anda, şeyleri göstergeler olarak alabileceğimiz, as itself olarak alabileceğimiz, kendilerinden menkul olarak değerlendirebileceğimiz paranoyak bir düzlemde değiliz. Elbette ki bu nevrotik düzlem paranoyak özelliklerden tümden münezzeh değildir. Bunu Jacques Lacan’ın topolojisi vesilesiyle biliyoruz. İmgesel olanı kaldırıp bir kenara koymuyoruz. Fakat bugün nevrotik bir ekonomiyle meşgulüz. Oikosis, yani anıt mezar. Oikos, ekonomi. Derrida’nın makalesi, bu etimolojik yakınlığı vurgulayarak başlar. Peki, nedir nevrotik ekonomi? Esasen, Freud’un sonlarına eklediği Arbeit ile eserinde ayrı bir konum atfettiği işlerin (tıpkı, rüya çalışması gibi) tekniğidir.
Bu yakınlık bizim için son derece önemli. Freud’un eserine bakın; Freud’un eserine, bilhassa bu eser, köken hakkında çeşitli soruşturmalar içerisindeyken ne hâle gelir, görmek için bakın. Freud on binlerce sayfa yazmıştır ve hiçbir şeyin kökeni hakkında hiçbir şey söylemez. Söz konusu olan şey “başlangıç” olduğu zaman, Freud ne kadar gürültülü olursa olsun, onda tek bir nokta bulamazsınız ki başlangıca delalet etsin. Kurgular vardır muhakkak. Göreceksiniz, birazdan Derrida, kurgudan başka hiçbir şey olmadığını da söyleyecektir. Ne zaman ki Freud çeşitli kavramların önüne -ur ön ekini getirir, söz konusu kavram dağılmaya, çoğalmaya başlar. En az ikiye bölünür. Kurguları böyle anlarda tespit edebilirsiniz. Freud’un eseri olgunlaştıkça, bu imkânsızlık daha da görünür olur. İşte bu sebeple, birazdan hakkında daha çok şey söyleyebilecek olduğumuz erken Freud, çeşitli nevrotik görünümlerin çeşitli cinsiyetlere atfedilebileceğine inanan bir adamdı. Obsesyonel nevrozun erkeklik, histerinin ise kadınlık ile ilgili olduğuna, kısa bir süreliğine de olsa, inandı. Çünkü eseri, Derridacı bir ifade kullanacak olursak, kısıtlı bir ekonomi içerisinde soruşturabiliyordu. Nevrozların etiyolojisinin, Charcotcu bir anlayışın gerektireceği gibi, kalıtım ile açıklanabileceğine (kalıtımın önemini vurgulamayı hiç bırakmamış olsa da) inanmıyor ve hastalıkları başlatan özgül bir neden arıyordu. Kavramlar henüz toydu ve Freud çözüm bulabileceğine inanan bir adamdı. Ama…
Hegel başarısızlığa uğradıysa, bunun bir hata yüzünden olduğu söylenemez. Bizzat başarısızlığın anlamı hataya yol açan şeyin anlamından farklıdır: Tek başına hata, belki de şans eseridir. Hegel’in “başarısızlığı”ndan genel olarak sahici ve anlam yüklü bir hareketten bahseder gibi bahsetmek gerekir.
Alıntı Derrida’dan. Konu Hegel ve Bataille hakkında. Biz ise burada, Freud’un başarısızlığını önemsiyoruz. Bu zorunluydu ve nihayetinde muzafferdi. Freud’un eseri, anlamanın efendiliğinden vazgeçebileceği diyalektik olgunluğu henüz kazanmış değildi. Bununla birlikte, elbette ki erken Freud’da sonraki yıllar üzerinde büyük etkisi olacak soruşturmalar bulabilmek mümkündür. Freud histeriklerin “sinir sistemi içerisinde bir sıkışıklık yaratan bir enerji fazlasından mustarip olduğunu” dile getirdiğinde tarih 1888 idi. Yine aynı yıllarda yaptığı gözlemlerin neticesinde, histeriklerin beden tecrübelerini belirleyen şeyin “dil” olduğunu söylemekte de gecikmemişti. Bu önermeler, psikanalizin o tarihlerdeki olgunluğu düşünüldüğünde, neredeyse anakronik keşiflerdir. Zamanlarını çoktan aşmışlardır. Freud’un eseri, Freud sezgisi için rüyalarda, esprilerde, gündelik yaşamın aksaklıklarında yeni araştırma sahaları bulduğunda, olgun bir görünüm kazanmaya başlar. Zira söz konusu eser, buralarda, esasında en başından bu yana kendisine musallat olmuş olan açmazların çalışılabileceği bir alan bulabilmiştir.
Yerimizi netleştirelim. Lacan, 3. Seminer’inin 3. Oturum’unda şöyle yazıyor: “Bu durum hem Schreber’in metninde hem de bir hastada görülebilir. Öne sürülen bu sözcükler, neyseler o anlama atıfta bulunabilmeye muktedirdir. Bu kendisinden başka hiçbir şeye atıfta bulunmayan bir anlamdır, indirgenemez.” Burada Lacan tarafından nakledilen anlam, paranoyak bir anlamdır. Sizlere bu paranoyak anlamın metapsikolojik gerekçelerini geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiğim seminerlerde naklettim. Çalışılması gereken husus, Freudcu topoloji içerisinde Lacancı semboliğin karşılığının nasıl kurulduğudur. Bunun idrak edilebilmesi için şizofreninin Freud için niçin önemli bir psikoz görünümü olarak öne çıktığının tahlil edilmesi icap eder. Şizofreniyi nevrozlardan ayıran özellikler, ilk adımdır. Bu adımdan sonra şizofreni ve paranoya arasındaki farka geçilebilir. Özne’yi paranoyak bilginin kıskançlık ve agresyon ile dolu rekabetinden ayıracak olan şey konuşmadır. Lacan şöyle yazıyor: “Konuşma daima bir pakt, bir anlaşmadır. İnsanlar başkalarıyla anlaşırlar, hemfikir olurlar: Bu senin, bu benim, bu budur, şu şudur.” Bu pakt, anlaşmak zorunda olduğumuz anlamına gelmez.
Şimdi, Derrida’nın özneyi nasıl tarif ettiğine bakalım:
Bu, öznenin (kendisiyle özdeşliğinde ya da nihayetinde kendisiyle özdeşliğinin bilincinde, özbilincinde) dile yazıldığını, dilin bir “işlevi” olduğunu, ancak konuşmasını bir farklılıklar sistemi olarak dilin kuralları sistemine uygun hale getirerek – sözde “yaratım” ya da sözde “ihlal”de bile – ya da en azından genel farklılık yasasına uyarak ya da Saussure'ün “konuşma dili eksi konuşma” olduğunu söylediği dil ilkesine bağlı kalarak konuşan bir özne haline geldiğini ima eder.
Şimdi, bu pakt, anlaşma ya da ekonominin Freud’daki tarihine geçelim. Size yukarıdaki anahtarı, yani Rüyaların Yorumu’na dair örneği, yok yere vermedim. Rüyaların Yorumu, Özne’nin dilin bir işlevi olduğunu dile getirmenin en karakteristik Freudcu yoludur. Bu sebeple Freud bizi uyarır: Düşleri, onların bize gösterdiği imgelerin anlamlarını verili kabul etmekle yorumlayamayız. Freud şöyle yazıyor: “Rüya düşüncelerini duyduğumuz anda makul ve anlaşılır buluruz.” Değil mi? Ama bu noktada kalamayız. Freud devam ediyor: “Ama rüya içeriği bir yandan da imgeler dilinden oluşur ve bu dilin sembollerini rüya düşüncelerinin diline tercüme etmek gerekmektedir. Bu sembolleri, semboller arasındaki ilişkilere bakmadan, sadece görüntü değerleriyle ele almak bizi yanlış bir yola sevk eder.” Bütün bir mesele, rüyanın arzunun ifadesi oluşudur. Öyleyse arzu, bizim “görüntü değerine” bakarak yorumlayabileceğimiz bir temayül değildir. Freud bunu 1923’te kaleme aldığı bir dipnotta olağanca açık bir şekilde ifade eder. Analizanlar analize iyileşmek için başvurur ama bu, analizin bu talebi olduğu gibi ele alabileceği anlamına gelmez. Aksi takdirde tam da “iyi olacak olan” analizanların çalışmayı terk etmelerini anlayamıyor olurdu. Tam tersi de eşit derecede önemlidir. Analizanlar analistlerine peygamber muamelesi yapmaya teşne olduğu için analist bu konumu işgal edemez. “Psikanaliz kuralları hekimin kişiliğinden bu şekilde yararlanmasıyla taban tabana zıt olduğundan burada çözümlemenin etkinliğine başka bir sınırlama olduğu dürüstçe itiraf edilmelidir” diyor Freud. İlginizi çekiyor ise “Ego ve İd’in” (1923), V. Bölüm’ünde kaleme aldığı bir dipnottur bu.
Şimdi, Derrida’nın söz konusu makalesi içerisinden bize Freud’la bugünkü münasebetimizde bir his kazandıracak birkaç satır alıntılayacağım. Derrida’nın bahsettiği şema, sizlere daha evvel “Regresyon” konulu sunumumda aktarmış olduğum, Rüyaların Yorumu’nun 6. Bölüm’ünün ilgili alt kısmında bulunan meşhur “regresyon” şemasıdır:
Freud’un düşüncesine rehberlik etmeyi hiç bırakmayan bir şema uyarınca izin hareketi tehlikeli yatırımı ötelemek/ertelemek, bir rezerv oluşturmak suretiyle kendisini kollayan bir yaşam gayreti olarak tasvir edilmiştir. Ve Freudcu düşünceyi yaran tüm karşıtlıklar, onun kavramlarının her birini différance ekonomisindeki sapak momentleri olarak birbiriyle ilişkilendirir. Bir kavram, farklı ve ötelenmiş olarak ötekidir, biri diğerinden farklı ve ötelenmiştir. Bir kavram différance içerisinde ötekidir, ötekinin différance’ıdır. Bu nedenle, görünüşte kesin ve indirgenemez olan her karşıtlık (örneğin ikincil olanın birincil olana karşıtlığı) şu ya da bu anda “teorik bir kurgu” olarak nitelendirilir.
Derrida, kendi différance’ının iki önemli değerini Freud’un eserinde bulur. Yani différance’ın bir yandan ayrım, mesafelenme, ayrışma ve diğer bir yandan da sapma, ertelenme, rezerve edilme ve zamansallaşma manasına gelişi. İşte bu sebeple, yukarıda aktarmış olduğumuz paragraftan da anlaşılabileceği üzere, Derrida’nın Freud’a yönelik tartışmalarında “regresyon şeması” önemli bir uğraktır. Bu önemli uğrak, benim de sizlere başka sunumlarımda nakletmeye gayret ettiğim üzere, kaynağını Freud’un W. Fliess’e gönderdiği meşhur 6 Aralık 1896 tarihli “52. Mektup’undan” alır. Bu mektup, Freud’un ruhsal aygıta dair (benim bildiğim kadarıyla) ilk şemasını içerir ve şu önemli ifade ile başlar: “Benim teorimde esasen yeni olan şey, hafızanın tekrar tekrar yeniden kurulduğu tezidir.” Bu şema bize Freud’da sembolik düzlemi sezdirebilecek olan en önemli erken kanıtlardan bir tanesidir; önemi ne kadar vurgulansa azdır. Bunu sizlere aktarabilmek adına bugün adı farklı bir bağlamda geçmiş olan Lévi-Strauss’a geri dönelim. Size, yıllar evvel kaleme aldığım bir makaleden önemli bir örnek aktaracağım.
Lévi-Strauss Yapısal Antropoloji’nin “Simgelerin Etkililiği” başlıklı bölümünde Marie Bonaparte’ın “Bir Primal Sahnenin Analitik Keşfi Üzerine Notlar” (1945) başlıklı makalesinden bahseder. Bu makalede Bonaparte, analizi devam etmekte olan bir kadının görmüş olduğu düşe bir yorum getirir ve bu yorumun neticesinde kadının analizinde önemli bir yer teşkil edecek olan bir “birincil sahne” gündeme gelir. Bonaparte, mevzubahis makalesinin son bölümünde bu vakanın özgüllüğünü bu “birincil sahnenin” çeşitli tanıklıklar ile doğrulanmış olmasında görür; hasta, “araştırmacı ruhunun da yardımıyla”, üvey amcası ile bakıcısı arasındaki cinsel ilişkiden şüphelenmekte haklı olduğunu kanıtlamıştır. Hastanın “tarihsel gerçekliğe” yönelik arzusu (Bonaparte’a göre) oldukça karakteristik olduğundan, onun yazar tarafından aktarılan şu sözlerini burada yinelemek yerinde olacaktır (Bonaparte, 1945: 124-125): “Fakat sana bana doğruyu söylemen için yalvarıyorum. Bu durum sebebiyle senin hakkında kötü düşünmüyorum ve bu yalnızca bilimsel bir ilgi olarak kabul edilebilir. Bana doğruyu söyle…”
Lévi-Strauss, Bonaparte atfından hemen sonra şöyle söyler (2012: 292): “Olaylar konusunda herhangi bir tereddüdümüz yoktur.” Bu onun bir sonraki bölümde sunacağı açıklamalar için de son derece kritik bir cümledir. Bu cümleyi şu şekilde yeniden formüle etmekte bir sakınca görmüyorum: Neye istinaden tarihsel gerçekliğe, başka bir açıklamayı iptal etmek ya da onamak ayrıcalığı bahşedilebilir? Dahası, bir açıklamanın tarihe nihaî anlamını bahşedebilme kabiliyeti neye istinaden sınanır? Lévi-Strauss şöyle yazar (2012: 293)[1]: “Olaya ya da öyküye göre, bu yapılar – ya da daha doğrusu yapıya ilişkin bu yasalar – zamana bağlı değildir. Ruh hastasının bütün ruhsal yaşamıyla sonraki bütün deneyimleri, başlangıçtaki efsanenin katalizör etkisiyle özel ya da baskın bir yapıya göre düzenlenir…” Freud zaman zaman yeniden düzenlenen bir hafızadan bahsederken Lévi-Strauss katalizör vazifesi görecek bir efsaneye atıfta bulunur. O hâlde şu sorulabilir: Bu katalizör, öznenin başından geçebilecek herhangi bir olayın kendisine atıfla anlam kazanacağı, dolayısıyla öznenin tarihindeki yerini alacağı “sabit” bir referans noktası olarak mı kabul edilmelidir? Yani, özetle, olaylar arasındaki artzamanlı ilişkinin yerine bu katalizör ile müteşekkil bir eşzamanlılık mı geçmiştir? Tarihteki “bir” an, tarihin açıklığını tüketebilir mi?
Bizim bugün, Derrida’nın Freud’un eseri için işaret ettiği yolun önemini vurgulayabilmek adına ele alacağımız Freudcu kavram “çiftcinsellik” oldu. Bu kavram üzerine konuştukça, Derrida’nın différance’ı açıklamak için başvurduğu iki özelliğin Freud’un eserine nasıl saçıldığını, dağıldığını, yayıldığını görme fırsatımız olduğunu ve çiftcinselliğğin Derridacı différance’ın Freud’daki bir karşılığı olmaktan ziyade Freud’un eserinin çeşitli özelliklerinin bir tecessümü olduğunu sezebilmiş olduğumuzu umut ediyorum. Yani, Freud’un çiftcinsellik hakkındaki “nihai” görüşleriyle ilgilenmiyoruz. Bunun sebebi, bu görüşleri önemsiz bulmamız değildir. Bütün bir mesele, yaklaşık 40 yıla yayılmış bir sürede, Freud’un eserinde bu kavramın nasıl tecessüm ettiğinin tahlil edilmesidir. İşte bugünkü sunumumuzu Freudcu kılan budur.
Geçtiğimiz yıllarda bu kavramı ele aldığım pek çok sunum gerçekleştirdim. Bu sunumları bugün tekrarlamak yahut onların bir özetini sunmak gibi bir niyetim yoktu. Kavramı tanıtmaya ise şu şekilde başlayabilirim: Standart Baskı editörlerinin “Ego ve İd’e” (1923) düştüğü meşhur dipnotu bilenler, Freud’un çiftcinsellik kavramını bir zamanlar yakın arkadaşlık ettiği W. Fliess’ten öğrendiğini bilirler. Freud kavramdan son derece etkilenir ve “cinsel ilişkiyi dört kişi arasında gerçekleşen bir şey olarak düşünmekten kendisini alamadığını” dile getirir. Bununla birlikte, Freud ve Fliess’in kavram üzerine görüşleri aynı kalmamıştır. Freud’un Fliess’e bu kavram özelinde yönelttiği eleştirilerden bazılarını bulabilmek için meraklı okur 1919 yılında yayınlanan “Bir Çocuk Dövülüyor’un” son sayfalarına başvurabilir. Burada Freud’un hem Fliess’e hem de Adler’e getirdiği eleştiriler son derece önemlidir ve bana soracak olursanız bu eleştiriler fazlasıyla göz ardı edilmiştir. Freud öncelikle Adler’e “penisin önemini abarttığı” için ve Fliess’e de “cinsiyeti anatomik özelliklerle açıklamak hatasına düştüğü için” ağır eleştiriler yöneltir. Fakat artık sizlere sezdirebilmiş olduğumu umut ediyorum ki Freud’un bu eleştirilerine atfettiğimiz önem, içeriklerinden kaynaklanmamaktadır. Sezgimiz onun stilini ilgilendirir.
Daima klinik bir tutum takınmaktan bahsediyorum. Analitik bir kulak, “açılıp kapanacak” bir özellik değildir. Her şey işitilebilirdir. Freud’u işitebiliriz. Différance’ın sessiz a’sını işitebiliriz. Analizanlar niçin dinlenir? Analizin onların anlattıklarını öğrenmek ve onları anlamak gibi bir gayesi bulunmakta mıdır ki? Analistler onların hayatlarını “iyi bilen” insanlar mıdır? Uzmanlıklarını, onların hayatlarına dair onların dahi unuttukları detayların çetelesini tutmakla mı elde ederler? Pozisyonlarının tüm bunlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu Freud’un “benim teorimdeki yegâne yenilik” dediği şeye taban tabana zıt bir anlayış ise bu anlayışa başvurarak Freud okuyamazsınız. İsterseniz Freud’un eserini dönemlere ayırıp onun makalelerini özetlemekle bir “giriş” sunduğunu zanneden yazarların Türkiye’de çokça sevilen kitaplarına başvurabilirsiniz. Bu kitapların hiçbir işe yaramamasının sebebi, yazarlarının kaleminde psikanalitik hiçbir şey olmamasıdır.
Teşekkür ederim.
[1] Vurgu bana ait.
Yorumlar