Psikanaliz ve Şiddet
- İ. Şahin Ateş
- 22 Şub
- 9 dakikada okunur
Bu metin İstanbul Medeniyet Üniversitesi Psikoloji, Sosyoloji ve Hukuk Kulübü öğrencileri tarafından davet edildiğim 22.02.2025 tarihli "Şiddet" başlıklı sempozyumda tarafımca sunulmuştur.
Herkese merhaba,
Öncelikle, davetiniz için teşekkür ederim. Bu davet bana ulaştığında, beni bizzat davet edilmemden daha mutlu eden şey, psikoloji, sosyal hizmet ve hukuk gibi üç önemli disiplinin öğrencilerinin birlikte çalışmalarının sonucunda bugünkü gibi bir buluşmanın meydana gelmesiydi. Türkiye’de disiplinler arası çalışmaların, her ne kadar herkesin dilinde çoktan yer etmiş olsalar da hakkaniyet ile sürdürülen şeyler olduğuna inanmıyorum. Hakkaniyet ile kastettiğim şey, disiplinler arası bir söz söylediğinizi iddia ettiğinizde, atıfta bulunduğunuz her bir disipline göstermiş olduğunuz sadakattir. Bir disipline ait, olgunlaşabilmesi belki on yıllar almış kavramları bir başka disiplinin araştırmaları içerisinde dilediğinizce eğip bükmenin saygıyı hak eden bir girişim olduğuna inanmıyorum. Örnek vermek gerekirse, beni tanıtırken bahsedildiği üzere, birkaç yıl evvel sevgili arkadaşım Ezgi Duman ile birlikte Yunan hukuk profesörü Costas Douzinas’ın kimi makalelerini derleyip kitaplaştırarak Türkçeye çevirmiştik. Douzinas’ın benim için en etkileyici yanı, siyasi bir kariyeri de bulunan bu saygıdeğer hukukçunun, psikanalitik ve felsefî metinlere gösterdiği sadakat ve eleştirel yaklaşımı idi. Böyle yazarlar ile karşılaştığınızda, onları tanımlamakta zorlanırsınız. Bu da olabilecek en iyi şeydir. Derridacı bir ifade ile aşina olduğumuz kısıtlı spekülasyonun, yani zıtlıklar çerçevesinde kurduğumuz tüm bir düşünce dünyasının anlam ufuklarını patlatan bir şeydir bu. Ben sizlere bugün Freud’un 1930 yılında yayınladığı Uygarlığın Huzursuzluğu başlıklı kitap için bir anahtar sunacağım. Yani, esas gayemiz, ele aldığımız tüm kavramların neticesinde, Freud’un önemli bir kısmını “saldırganlığın ve şiddetin kökenlerine” hasrettiği bu kitabı sizler için okunaklı kılabilmek adına mütevazı bir girişimde bulunmaktır. Tartışmamıza bu metinden bir alıntı ile başlayalım. Freud kitabının ikinci bölümünde şöyle yazıyor (2013, 37):
Yapımız icabı yalnızca karşıtlıklardan yoğun bir zevk alabiliriz, sürekli durumlardan aldığımız zevk ise pek azdır. Böylelikle mutluluk olanaklarımız zaten bünyemizle kısıtlanmış olur. Mutsuzluk duymak ise çok daha kolaydır.
Şimdi, bu paragrafı beraberce çalışalım. Öncelikle, Freud’un zıtlıklara yaptığı gönderme ile az evvel Douzinas’ın tanımlanamaz bir insan olduğundan bahsederken benim Derrida’ya yaptığım atıf arasındaki yakınlığı sezmiş olduğunuzu düşünüyorum. Fakat bu yakınlığa gereken hassasiyeti gösterebilmek adına, sizlere Freud’un bünyemiz derken neyden bahsettiğini açıklamam gerekiyor. Göreceğiniz üzere, bu oldukça önemli bir konudur. Bu konuya gereken özeni göstermemek ne yazık ki Freud sonrası araştırmacıları haz ve gerçeklik ilkelerinin birbirlerine karşıt iki ilke olduğunu kabul etmek hatasına sevk etmiştir. Bu genel kabule göre psişik aygıt yalnızca ve yalnızca haz almak istemektedir ve her birimiz için aynı olduğu kabul edilen bir gerçeklik, bu haz programını sekteye uğratmak için iş başında olan bir güçtür. Temel olarak bu yaygın ve yanlış yorum, Freud’un “Ben” ya da “Benlik”, yani “Ego” hakkındaki açıklamalarının dikkate alınmamasından kaynaklanır. Benliği, sıklıkla, oluşumunu tamamlamış (sağlıklı olan durum) ya da oluşumunu tamamlamakta problem yaşamış (hastalıklı olan durum) bir özelliğimiz olarak değerlendirmekte, yani onu aşağı yukarı “kişilik” gibi bir şeye eş koşmaktayızdır. Bu başka bir teori için pekâlâ geçerli olabilir. Fakat Freud’da benlik hiç de böyle bir şey değildir. Peki, nasıl bir şeydir?
Bu sorunun cevabı için sizlere iki temel metin önerebilirim. Elbette ki Freud’un görüşleri bu metinler ile sınırlı değildir ama bu metinler söz konusu kavramı ilgilendiren önemli soruların ilk kez gündeme geldiği metinlerdir. Bunlardan ilki Freud’un 1911 yılında yayınladığı “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar” ve ikincisi 1914 yılında yayınladığı “Narsisizm Üzerine” başlıklı metinlerdir. Bugünkü gündemimiz olan “şiddet” bağlamında bu metinleri tarihsel bir perspektifte değerlendirebilmek için Theodor W. Adorno’nun 1951 yılında yayınladığı “Freudcu Teori ve Faşist Propagandanın Örüntüsü” başlıklı makaleye başvuralım. Sizlere kısa bir paragraf okuyacağım:
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Freud’un dikkatini narsisizm ve özel olarak da benlik sorunlarına çevirmesi tesadüfî değildir. Bu mekanizmalar ve dürtüsel çatışmalar, söz konusu çağ içerisinde giderek daha önemli bir rol oynarken, uygulamacı analistlerin ifadesine göre, yönteme model teşkil eden, Charcot'nun histeriyle klinik olarak ilgilendiği ve Ibsen'in bunu bazı oyunlarına konu ettiği konversiyon histerisi gibi “klasik” nevrozlar, Freud'un kendi gelişim dönemine kıyasla artık daha az görülmekteydi.
Şimdi, James Strachey’e göre Freud bu makaleyi 1913 yılında hazırlamaya başlar ve ilk taslağını da 1913’ün Eylül ayında tamamlar. 1914’ün Mart ayında da (yani 1. Dünya Savaşı’ndan 4 ay önce) “Narsisizm Üzerine” makalesi, bugün bildiğimiz hâli ile yayınlanır. Adorno’nun Freud’un bu yıllarda bilhassa narsisistik mekanizmalar ile ilgilenmeye özen gösteriyor oluşunun altını çizmesi ise bence, Jacques Lacan’ın dilinde, şöyle karşılık bulur (1. Seminer’in 13. Oturum’u): “Başlangıçta, dilin öncesinde, arzu yalnızca speküler evrenin imgesel ilişkisi düzleminde mevcuttur, yansıtılmıştır, ötekinde yabancılaşmıştır. Tahrik ettiği gerilim, bir sonuçtan yoksundur. Yani, bize Hegel’in öğrettiğinden başka bir sonuçtan, ötekinin yıkımı dışındaki bir sonuçtan, yoksundur.” Savaş ve ötekinin yıkımı kapıdaydı ve Freud bir yandan “benliğin oluşumunu” diğer bir yandan da “niçin sevmemiz gerektiğini” anlamaya çalışıyordu. Eğer Uygarlığın Huzursuzluğu’na aşinaysanız, 1930 yılında yayınlanan bu metinde Freud’un esas sorularının yine bu konulara dair olduğunu biliyorsunuzdur. Savaşın yaklaştığı hissediliyordu. 5 Mart 1933, Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidara geldiği tarihtir. Freud ise 1926’da kendisiyle söyleşen Georg Sylvester Viereck’e şöyle söyleyecekti: “Benim dilim Almancadır. Kültürüm, kazanımlarım Almandır. Kendimi Almanya ve Alman Avusturyası’nda antisemitik ön yargının ne kadar büyüdüğünü görene dek entelektüel açıdan Alman olarak bildim. O vakitten beridir kendime Yahudi demeyi tercih ediyorum.”
Şayet mümkünse, bir süreliğine, bu anekdotları bir kenara bırakalım ve benliğin metapsikolojisi hakkında konuşmayı sürdürelim. Lacan’dan az evvel alıntılamış olduğumuz satırlara geri dönelim. Çok kısaca tanıtmak gerekirse Jacques Lacan, 1950li yıllardan itibaren, “Freud’a dönmek” ve bu vesileyle kendi öğretisini dinleyicilerine nakletmek maksadıyla verdiği, yaklaşık otuz yıllık bir seminer dizisi ile bilinen ünlü Fransız psikanalisttir. Lacan’ın Freud yorumu, büyük ölçüde, Hegelcilik ve yapısalcılık üzerine temellenmiştir. Sizlere aktarmış olduğum ifadesi, 1. Seminer’indendir ve Lacan bize dilden noksanlığın (bununla kastettiğimiz şey bir konuşma engeli olan dilsizliğe dair değil, Lacancı terminoloji ile sembolik düzleme dairdir) sonucunun kaçınılmaz bir şekilde yıkım, yani bir başkasına yöneltilen saldırganlık, şiddet olduğunu bildirmektedir.
“Başlangıçta” diyor Lacan, bu vesileyle biz de başlangıca dönelim. Lacan başlangıç derken “imgesel” düzlemi kasteder. Bu düzleme ilişkin en karakteristik Freudcu açıklamaları, sizlere az evvel adını vermiş olduğum “Narsisizm Üzerine’de” buluruz. Freud’a göre ego, daima sahip olduğumuz bir şey değildir. Gelişmesi gerekir. Ego nihayet tesis edildiğinde, psişik aygıtta yeni bir eylem olarak iş görmeye başlar. Bu sözcüklerin önemi göz ardı edilemez: Ego, yeni bir eylemdir. Bir durağanlık, sabitlik, süreğenlik vesaire değildir. Bir hareketliliktir; bir başka kişi karşısındaki pozisyonumuzdur. Dolayısıyla, önemli ölçüde bu başkasıyla ilgilidir. Bu başkası vesilesiyle kendimize dair edindiğimiz bir imgedir. Yani, kendi beden bütünlüğümüze dair sahip olduğumuz en temel (ama en temel olduğu için en doğru değil) yargı, bir başkası karşısında olmaktan gelir. Bu Freud’un çalışmalarının çok daha erken dönemlerinde de sahip olduğu, oldukça önemli bir görüşüdür. Sizleri bir yandan şiddet konusuna yaklaştırmaya bir yandan da sizlere Freud’a dair temel bir sezgi kazandırmaya gayret ediyorum. Çok daha erken bir tarihte, 1895 yılında kaleme aldığı Bilimsel Psikoloji Taslağı içerisinde Freud, bu başkasıyla karşılaşmanın insan yavrusuna kendi bedenine dair algıları belleği vesilesiyle teyit edebileceği bir referans noktası da sunmak üzere, ilksel bir tecrübeyi deneyimlettiğini bildirmiştir. Ne var ki bu çaresiz insan yavrusu için bile bu başkası, daha şimdiden, son derece karmaşık hislere gebedir. Bize son derece benzeyen bu canlı bir yandan bizleri tatmin eden bir nesne, bir yandan da ihtiyacımız olanı bize vermeyi geciktirmeye muktedir bir hasımdır.
Şimdi, bu karşılaşmadan payımıza düşenlere bakalım. Ünlü bir Lacancı psikanalist Jacques-Alain Miller “Paranoya, Öteki ile Temel İlişki” başlıklı makalesinde şöyle yazar: “Özne, bir beden ile ne yapması gerektiğine dair hiçbir doğal bilgiye sahip değildir. Organlarıyla ne yapması gerektiğini öğrenmesi gerekir. Söylemler bu işe yarar.” Burada kastedilen söylemler, az evvel sizlere bahsetmiş olduğum sembolik düzlem içerisinde tesis edilirler. Sosyal psikolojik bir sosyal inşa ile karıştırılmaması gerekse de ilk aşamada size böyle bir şeyi sezdirdiyse, sezginizin tümden yanlış olmadığını söylemeliyim. Sadece psikanalitik kavramlar ile yeniden değerlendirilmesi gerekmekte olan bir sezgidir bu. Devam edelim. Bu alıntıdan şu sonucu çıkartabiliriz: Sizlere birkaç dakikadır açıklamakta olduğum temel karşılaşma, doğal bir bilgiden yoksun oluşumuzu ikame etme yolundaki bir girişimdir ve kuşkusuz, insan ruhsallığı, bu girişimden ibaret değildir. İşte, ego, böylesi bir girişim, yani bir eklentidir. Hiç de abartmadan söyleyebiliriz. Ego doğal bir şey bile değildir. Böyle bir şeyi kuvvetlendirmek, desteklemek, güçlendirmek üzerine inşa edilmiş klinik girişimlerin ne kadar tehlikeli şeyler olabileceğini ne kadar vurgulasak, azdır. Nitekim Freud da Uygarlığın Huzursuzluğu’nun hemen ilk bölümünde (2013, 27) şöyle söyler (kısaltarak aktarıyorum):
Normalde kendilik duygusundan, kendi benimiz duygusundan daha sağlam hiçbir şey yoktur bizim için. Bu ben, kendi başına ayakta duran, bütünlüklü, diğer her şeyden kesin biçimde ayrılmış bir şey olarak görünür bize. Ancak bu görüntünün bir aldatmaca olduğunu… psikanalitik araştırma sayesinde öğrendik.
Kısaca bir parantez açmak gerekirse bu konu, yani benliğin tasavvur edilegeldiği şekilde dört başı mamur bir oluşum olmaması, Freud’un ölmeden önce üzerinde çalıştığı son konudur. Bu konuda yarım kalmış bir metni de bulunur. Biz Uygarlığın Huzursuzluğu’na dönelim. Freud’a göre bizi mutsuzluğa ve acıya sevk eden üç temel durum vardır. Bunlardan ilki “kaderi çöküş ve yok oluş olan” bedenimiz, ikincisi “karşı durulmaz, acımasız ve yıkıcı güçlerle bizi mahveden dış dünya” ve son olarak da diğer insanlar ile ilişkilerimiz. Freud’a göre bu sonuncusu bilhassa tahammül edilemezdir zira diğerlerinin aksine hiç de makul değildir. Istırabın nihayetinde çürümeye yazgılı bir bedenden gelmesinde şaşılacak bir şey yokken bir benzerimizden gelmesi nasıl da gereksizdir. Lâkin diğer bir yandan, unutmayınız ki bu benzer ile münasebetimizin bedensel tecrübemizin oluşumunda temel bir rolü bulunur. Yani, hakkında hiçbir doğal bilgimizin olmadığı bu bedene dair kurucu tecrübelerimizin müsebbibi olan bir başkası, diğer bir yandan, akıl almaz bir şiddetin kaynağı da olabilir. Fark etmiş olabileceğiniz üzere burada bedenden politikaya uzanan önemli bir izlek var. Şimdilik bu izleği takip etmeyeceğiz. Şunu belirtmekle yetinelim: Istırabımız için bu başkası ile girdiğimiz münasebetin imgesel boyutunda bir çözüm aramak, kaçınılmaz olarak, ikimizden birisinin yaşamının son bulmasını gerektirir. Bu sebeple apolitik olmak bir seçenek değildir. Bunu söylemekle, her birimizin faal siyasal görevler üstlenmesi gereğinden elbette bahsetmiyorum. Fakat beşerî durumumuz sözümüze sahip çıkmayı gerektirir. Bunun pek çok yolu olabilir; psikanaliz yalnızca bunun pek çok yolu bulunduğunu söyler. Hangi yolun size uygun olduğunu ne söyler ne de söyleyebilir.
Peki, psikanalitik çalışma nelere gebedir? Öncelikle, tek kuralı vardır: Analizanın serbest çağrışımı. Bir başka deyişle, ağzına geldiği gibi konuşması. Açıkçası, ne idüğü belirsiz de bir kuraldır bu ve gerçekten işe yaramaya başladığı anlar dışında, sanki ortalıkta yok gibidir. Diğer bir yandan, ne idüğü belirsiz olması tam da onun tanımıdır. Niçin? Lacan’dan aktaralım (1. Seminer, 14. Oturum):
Analitik ilişkide iki özne bir pakt ile birbirine bağlıdır… Bu ilişki içerisindeki ilk görev analizanın söylemindeki demirlemeleri serbest bırakmaktır. Konuşması yoluyla, tarzıyla, kendisinden muhatabına bahsediş biçimiyle özne yalnızca kibar olmak değil aynı zamanda hürmetkâr hatta uyumlu olmak zorunluluğundan bile azade olur.
Bu ifadeye gereken önemi verebilmek için, şunu hatırlatarak başlamalıyım: Analizan seansa bir soruyla gelir ve bu soru, onun egosu vesilesiyle dile gelir. Analizanı seansa getiren soru, talep ve şikâyet egonun sözde dört başı mamur bütünlüğünü ve süreğenliğini sekteye uğratan bir krizin psikanalist tarafından anlamlandırılmasını bekler. “Bana lütfen ne olduğunu ve ne olduğumu söyleyin çünkü ben bana tahammül edemiyorum. Beni bu ne idüğü belirsiz ıstıraptan kurtarın.” Bu analiste bildiği varsayılan Özne pozisyonunun atfıdır. Lâkin analist, bu pozisyonu üstlenemez. Freud, uygarlığın ıstırabına karşılık işe koşulan üç yaygın müsekkin olduğunu belirtir: Zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar, bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler ve bizi buna karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler. Şayet size “bilgi talebiyle” gelen bir kişinin talebini karşılıyorsanız, kendinizi bu listeye hemen bir dördüncü olarak ekleyebilirsiniz. Psikanaliz kesinlikle bir müsekkin değildir. Serbest çağrışıma, dolayısıyla sembolik bir pakta dayanan analiz, Lacan’a göre, Özne’nin egosunu inşa eden cazip imgelerin algılanabilmesine vesile olur. Bu vesile ile elde edilen şey, egonun altındaki bir hakikat değildir. Analizan bu çalışma vesilesiyle arzusunun tüm hâllerini ve ona tutarlılığını veren nesneleri tanıyabilmeye muktedir olur. Hakikati aramayız. Zira aranamaz. Hakikat yalnızca bulunur. Bir paranoyak, örneğin, hakikati gözünden tanır. Bu bilgiye vakıftır. Nevroz söz konusu olduğunda, daima bir soru vardır. Peki niçin analitik çalışmanın tatbik edildiği sembolik düzlemin, imgesel olanı aştığını dile getiriyor? Bunun ahlâkî bir varsayım olmadığının altını çizmek gerekir. Lacan 1948’de yayınladığı Psikanalizde Agresivite başlıklı makalede Freud’un bu konuda bize ne öğrettiğini şu şekilde açıklıyor:
Gerçekten de Freud bize kardeşler arasındaki rekabet durumunda onu öldürdükten sonra iz bırakan çatışmayı etkisiz hâle getiren bir katılım biçimine duyulan ihtiyacın baba totemiyle özdeşleşmenin temeli olduğunu gösterir. Ödipal özdeşleşme bu nedenle öznenin ilk öznel bireyleşmenin kurucu saldırganlığını aştığı özdeşleşmedir.
Ödipus karmaşası, doğal bilgi eksikliğini ikame edecek olan söylemlerin kaynağı, bir sembolizasyon yasasının yeridir. Bu sebeple, Freud’un eserinin hiçbir noktasında, olabildiğince karikatürize bir şekilde ele alalım, bu karmaşanın (diyelim ki) erkek çocuğun annesine aşkında babasını ortadan kaldırması ile çözüme kavuşturulabileceğini ima eden bir şey göremezsiniz. Lacan’dan aktarmış olduğumuz paragraf, işte bunu anlatır. Freud 1911 yılında yayınladığı Totem ve Tabu başlıklı eserinde, imgesel ve sembolik olan arasındaki eklemlenişin ve dolayısıyla semboliğin imgeseli içererek aşma biçiminin temsil edilebileceği bir miti inşa etmiştir. Bu sebeple Freud, eseri boyunca, analitik yorumun bir çeşit inşa olduğunu dile getirmekte ısrar eder. Çalışma boyunca analizanın temel düşlemi bu şiar uyarınca kat edilir. Bu sebeple analizin sonunun analizanın analisti ile özdeşleşmesi olduğunu öne sürmek yalnızca yanlış değil aynı zamanda son derece tehlikelidir. Freud Uygarlığın Huzursuzluğu içerisinde (2013, 71) “Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür” der. Hâl böyle iken analitik çalışmada analistin kendi benliğini analizanı için bir ideal olarak sunması, söz konusu analizanın arzusunu ifade edebileceği, dolayısıyla yaşamından bir yenilik, bir fark üretebileceği her türlü olasılığın elinden alınması, onun bir çeşit taraftarlığa, bir imgenin taraftarlığına sevk edilmesidir. Belki bu sevkten doğan özdeşleşme, söz konusu ruh sağlığı uzmanının tarafında hastası adına bir iyileşme ve sükûnet sanrısı doğurabilir. Lâkin Freud analistin kendisini bir peygamber ile karıştırmaması uyarısını çok açık bir şekilde dile getirir. Zira analizanı ona bunu atfetmeye teşnedir.
Belki, sözlerimin de sonuna yaklaşırken saldırganlığın Uygarlığın Huzursuzluğu içerisinde Freud tarafından “kökensel, bağımsız” bir dürtü olarak tasvir edilişi konusunda sizlere naçizane, kendi yorumum ile bu tasvirin muhtemel bir anlamını sunabilirim. Freud kalıtımı ve nedenselliği, hiçbir zaman, örneğin kendisi üzerindeki etkisi oldukça büyük olan Charcot gibi ele almamıştır; nedensellik Freud için kronolojik bir düzlemde değerlendirilemez. Bunun gerekçelerini sizlere imgesel ve sembolik olan arasındaki Lacancı ilişkinin Freudcu kaynaklarını açıklamaya çalıştığım bugünkü sunumumda dile getirdim. Uygarlığın Huzursuzluğu’nun sondan bir önceki bölümünde Freud şöyle yazıyor (2013, 81):
İyi ve kötüye ilişkin kökensel, deyim yerindeyse, doğal bir ayrım yeteneğinin varlığı kabul edilemez. Kötü, genellikle ben için zararlı ya da tehlikeli bir şey olmamakla kalmaz; tersine, benin arzu ettiği, ona keyif veren bir şeydir. O halde burada yabancı bir etki söz konusudur; neyin iyi neyin kötü sayılması gerektiğini o belirler.
Bugün sizler ile iyi ve kötü yanılsamasına meydan veren bu temel tecrübe hakkında konuştuk. Bu, hatırlayacağınız üzere, bir başkası ile (Lacancı terminoloji ile küçük öteki ile) karşılaşmamızdır. Freud, işte alenî bir şekilde, hiçbir doğal bilgimiz yoktur der. Elimizdeki tek şey, bu düzlemde, bu temel karşılaşmanın benliği sevk ettiği bir yanlış tanıma hâlidir. Bu düzlemde bilgi denen şey daima benliği, yani egoyu kerteriz alır. Halbuki onda doğal olan hiçbir şey yoktur. Yani saldırganlık, doğal bir şeymiş gibi gözüküyorsa bunun için söyleyebileceğimiz yegâne şey, gerçekten öyle olsa bile söz konusu doğal olanın beşerî olanı tümden kapsamadığıdır. Böyle düşünmek, bizlere şiddet faillerini hastalıklar ile etiketlemek suretiyle toplumsal olan problemlerimizi faillerin şahıslarına indirgemek hatasından da alıkoyacaktır.
Bugünlük burada duralım.
Davetiniz için teşekkür ederim.
Comments