Fark ve Yaşam: "Haz İlkesinin Ötesinde'nin" Klinik Dersleri
- İ. Şahin Ateş
- 31 Tem
- 8 dakikada okunur

Bu metin 29.07.2025 tarihinde İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği'nde tarafımca gerçekleştirilmiş olan sunuma aittir.
Herkese merhaba,
Bugün “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920) hakkında konuşmaya başlayacağım; bunun bu konudaki son görüşmemiz olmama ihtimâli mevcut. Zaman gösterecek.
Bu metin Freud’un psikanalizin vaatlerine ilişkin bir uyarısı ile başlıyor: Psikanalizin yeni bir şey söyleme niyeti yoktur. Bu, psikanaliz “yeni” bir şey söyleyemez demek değildir. Yalnızca, eğer psikanalitik araştırmayı dürten, yola çıkartan, cesaret ettiren bir şey var ise bu “söylenmemiş olanı söylemenin” hazzı değildir. Psikanalizin yeninin ne olacağına dair hiçbir fikri yoktur ve olamaz da. Zira psikanaliz, en temelde, yeniliğe yeniliğini geçmişi bugün ile mukayese etmek suretiyle veren her türlü yaklaşımdan kendisini zorunlu olarak ayırmıştır. Bu ayrılık, Freud bilinçdışının zamansızlığını (yahut gösterenlerin sonradanlığını) keşfettiğinde gerçekleşmiştir. Bu makale, bu ayrılığı işaret eden Freudcu teşebbüslerden birisidir. Zira ruhsal yaşamın hangi karşıtlık çerçevesinde okunabileceğini araştıran ve nihayetinde herhangi bir karşıtlığın ruhsal yaşamın tüm görüngüleri karşısında sebat edebilip edemeyeceğini tartışmaya açan bir makaledir bu. Yola çıkmasına vesile olan varsayım, yani psişik aygıtın gerilimi azaltma eğilimi, Freud’un eserinde son derece eski bir varsayımdır. Fakat henüz ilk sayfalarda, Freud Gustav Fechner’den aktararak şöyle söyler: Evet, böyle bir eğilim vardır fakat bu eğilim ancak yaklaşık olarak gerçekleştirilebilir. Yani organizmanın eğilimi, mutlak, bütünlüklü sonuçlara gebe değildir. Yani, şimdiden, bu makalenin bütün-olmayan bir şey hakkında konuşacağını söyleyebilmemiz mümkündür. Ne var ki bu bütün-olmayan, yaşam nezdinde hiçbir imkânsızlık doğurmamış, aksine bir görünümler çokluğu sunmuştur.
Gerçeklik ilkesi, ancak yaklaşık olarak gerçekleştirilebilen haz ilkesine, dolambaçlarını katan şey olarak teoride belirir. Fakat bu noktada dahi bu iki ilke arasında bir karşıtlık olduğunu öne sürebileceğimiz herhangi bir kanıt, metinde mevcut değildir. Burada, birbirlerini dengeleyen iki gücün durağan bir görüntüsü ile karşı karşıya değiliz. Peki, niçin?
Bu soruyu cevaplandırabilmek adına, öncelikle, Freud’un şu makalesini hatırlatalım: “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar” (1911) Bu çalışmayı, bugün gündeme getirdiğimiz makale ile şu cümlenin meydan verdiği olanaklar vesilesiyle bir arada okuyabiliriz: “Yaşadığımız hasızlıkların çoğu algısal hazsızlıktır.” Yani, ortada yanlış tanınan bir haz söz konusudur. Freud’a göre bu yanlış tanımadan benlik mesuldür. Freud’a göre tüm nevrotik hasızlıklar, bu özelliği barındırır: haz olarak tanınmayan bir haz.
Söz konusu olan bir yanlış tanıma olduğunda, gerçeklik ilkesinin bellek ile münasebeti tartışmaya açılması gereken bir konu olarak belirir. Belirli bir düşüncenin gerçeklik ile uyum içerisinde olup olmadığına karar verilirken başvurulacak olan merci bellektir. Daha kesin ifadeler ile bellekteki anı izleri. Ve hakikaten de (burada makalenin üçüncü bölümüne geçiyoruz), Freud’un aktardığına göre psikanaliz başlangıçta belleğe başvurmak ile doğrulanabilecek olan bir gerçekliğin peşindeydi. Analist bilinçdışı malzemeyi bulur, birleştirir ve doğrulanmak üzere analizanına sunardı. Fakat bunun en azından her koşulda mümkün olmadığı psikanalizin gelişimi içerisinde ortaya çıkmış oldu: Analizan kendisine nakledilenleri daima hatırlayamıyordu. Üstelik hatırlayabilse bile tamamını hatırlayabildiği yahut doğru hatırlayabildiği kuşkudan azade bir durum değildi. Freud’a göre bu durumda ortaya çıkan şey bir tekrarlama zorlantısı oluyordu.
Freud psikanalitik çalışmanın geçirdiği bu değişikliğin, yani analistin keşfinin analizanın onayına sunulduğu aşamanın geride kalışının metapsikolojik gerekçelerini “Bilinçdışı” (1915) makalesinin ikinci bölümünün son iki sayfası içerisinde açıklar. Analizan nezdinde bu ifşaatın çalışmanın seyrine neredeyse hiçbir katkısı bulunmamaktadır. Jacques Lacan, XI. Seminer’inin ikinci oturumunda bir ifşaat vesilesiyle bilinçdışındaki bir boşluğu dikmeye niyetlenenleri bu vesileyle uyarır: “… bilinçdışı söz konusuyken mesele olmak ya da olmamak değil, gerçekleşmemiş olmaktır.” Görebileceğiniz üzere, tüm bu ifadelerde, gerçekliği kendisine başvurmak suretiyle tesis edebileceğimiz hiçbir dayanak mevcut değildir. Sizlere ilettiğim “narsisizm” başlıklı sunumda ve geçtiğimiz yaz gerçekleştirdiğim diğer sunumlarda, Freud’da sembolik olanın izlerini sürebileceğimiz kimi noktaları sunmuştum. Bugünkü niyetim ise bu makaleyi Lacan’ın “nesne ilişkileri” konulu IV. Seminer’i ile birlikte değerlendirmeye açmaktır. İnanıyorum ki bu girişim Freud’un “bilinç” konulu spekülasyonlarını ve bu makaleye yerleştirdiği “kaygı” tartışmalarını farklı bir şekilde işitebilme olanaklarını bizlere sunacaktır.
Bir sürekliliğe dikkat çekelim: İster 1895 tarihli Taslak, ister 1911, ister bugün çalıştığımız “Haz İlkesinin Ötesinde” ister 1925 tarihli “Olumsuzlama” söz konusu olsun, Freud’da gerçekliğin durumunu tartışan her metin annenin durumunu ve onun çocuk ile ayrışmamış-ayrışmak üzere olan yahut ayrışmış ilişkisini gündeme getirmiştir. Bir anne, daima, ihtiyaçları karşılamaya (ya da karşılamamaya) muktedir bir varlık olarak belirir. IV. Seminer’in XI. Oturum’undan aktarıyorum:
… bu noktada tümgüçlülük, Wirklichkeit, boyutu, Almancada bir şeyin gerçekten ve etkin olarak ne demek olduğunu işaret eden boyut, ilk kez ortaya çıkar. Başlangıçta esas etkinlik, gerçek varlığın tümgüçlülüğünü başka herhangi bir dolayım olmaksızın hediyenin mevcudiyetinin ya da namevcudiyetinin kendisine bağlı olduğu bir şekilde takdim eder.
İlkel olarak tümgüçlü bir anneden bahsediyor, Lacan. Bu anne, vermeye ve vermemeye muktedir. Neyi? Lacan’ın sembolik düzlemi tasavvur ederken kendisine sıkça atıfta bulunduğu Lévi-Strauss’un eserinde de önem arz eden şu hediyeyi. Ve dahası, bu tümgüçlü anneye Wirklichkeit’ın ta kendisidir, diyor. Şimdi makalenin ikinci bölümüne dönelim. Zira burada annenin ortadan kayboluşunu ve geri gelişi kontrol eden bir çocuk bulunur. Freud bu çocukta “kültürel bir başarı” görmüştür. Bu kültürel başarının Lacancı topolojideki karşılığı şudur:
Fort/Da ziyadesiyle önemlidir. Bir çığlıktır bu, ama burada söz konusu olan çığlık, früstrasyon olarak ele aldığımız çığlık, sembolik bir sistemde örgütlenmiş çığlıkların eşzamanlı dünyasına yerleştirilmiştir.
Böylelikle pek çok şey söylemiş oluyoruz. Öncelikle, Fort/Da türünden bir girişimin sembolize etmediği bir ilişkinin, yani Wirklichkeit’in, tümgüçlülüğün ve gerçekliğin teminatı olan ilkel bir anneyle münasebetin, imgesel bir ilişki olduğunu söylemiş oluyoruz. Dahası, gerçekliği bir teminat olarak alan her türlü analizin, sırtını böylesi bir anaç pozisyona yaslamış olduğunu da dile getirmiş oluyoruz. Nihayetinde bu pozisyon, analizanına bir şey vaat eder; bu ona, hediye düzleminin göstermiş olduğu üzere, veremeyeceğimizin kesin olduğu şeydir.
Şimdi, Freud’un tabiri ile “kültürel bir başarıya” imza atmış olan bu çocuk ile Küçük Hans arasındaki farka kısaca değinelim. Aşk devam ettiği müddetçe, karşımızdaki sembolik annedir. Bu sembolik anne, henüz imgesel bir früstrasyona meydan vermemiş olan anne, kendisinden ayrışılmamış olan annedir de. Bu, annenin Küçük Hans’ın mastürbatif girişimlerine müdahalesine kadar devam eder; Lacan’a göre bu girişimler Hans’ın penisini gerçek kılan mastürbatif duruma yapılan müdahalelerdir. Ve kaygı burada vuku bulur. Ve bu bize “Haz İlkesinin Ötesinde’ye” geri dönme imkânı verir: Küçük Hans’ta söz konusu olan, cinsel dürtülerin sahneye dahil oluşunun sembolik anne ile geliştirmiş olduğu ilişkiyi, oyunu bozmasıdır. Mastürbatif tecrübeler öncesinde Hans, annesi ile onun eksiği kılığına bürünebileceği bir ilişki geliştirmiştir. Ne var ki bu ilişki, sonsuza kadar sürebilecek bir ilişki değildir. Şimdi bunu Freud’un diline uyarlayalım: Haz ilkesinde, koruyucu kalkan üzerinde, bilinçte bir gedik peyda olmuştur. Çocuğun, şimdilik, kendisiyle ne yapacağını bilemediği bir gediktir bu. Bu gediği mümkün olan en kapsamlı “hatırlamalar” ile dikmeye çalışmak, psikanalizin görevi değildir. Lacan bunu XI. Seminer’in üçüncü oturumunda dile getirir: Hatırlamanın kapsamıyla tedavinin işe yararlığı arasında hiçbir ilişki yoktur.
Bir önceki oturumumuzda, bunun hakkında konuşmuştuk. Burada söz konusu olan, gereksinen, bir bilgi alışverişi değildir. Az önce de söylemiş olduğum üzere, verebileceğimiz herhangi bir bilgi, tam da bu bilgi verilebilir olduğu için, tekrar zorlantısına hizmet etmeye yazgılıdır. Lacan’ın XI. Seminer’inden alıntılıyorum:
Önümüzde analiz edilmek üzere bekleyen, her şeyin ayarlandığı ve kendi tarzında doyuma ulaşan bir sistem vardır. Biz bu sisteme burnumuzu sokuyorsak, başka yollar olduğunu, mesela daha açık yollar olduğunu düşündüğümüz için buna kalkışıyoruzdur. Her halükârda, dürtüye göndermede bulunmamızın nedeni, doyum hâlinin dürtü seviyesinde hale yola sokulması gereğidir.
IV. Seminer ile devam etmeden evvel, şunu hatırlatmakta fayda görüyorum: 1915’te yayınlanan “Dürtüler ve Kaderleri” metninde Freud bize psikanalizin dürtünün kökenini saptamak gibi bir görevi yahut yetisi olmadığını açık bir dil ile ifade etmiştir. Psikanaliz dürtünün akıbetini dürtünün temsil edildiği nispette çalışma konusu hâline getirebilen bir bilimdir. Bu önemli bir ifade zira “Haz İlkesinin Ötesinde” de bir köken metnidir; Freud’un tüm köken metinleri gibi kökenin imkânsızlığına bir mit yerleştirmeye gayret eden, böylelikle başlangıç denilen şeyi diyalektize eden bir metindir. Totem ve Tabu bu miti antropolojiden alır, bu metin biyolojiden. Şimdi IV. Seminer’e dönelim ve dürtünün araştırma konumuz hâline gelişinin nasıl gerçekleştiğine bir bakalım:
Gerçek bir nesne gerçek bir ihtiyacı doyurduğu an sembolik bir nesne öğesi hâline gelir; gerçek bir ihtiyacı doyurabilen her nesne onun yerine geçebilir ve bunların ilki çoktan sembolikleşmiş ve aynı zamanda da kusursuzca materyalize olmuş olan bir nesnedir, konuşmadır.
“Açlıkla açılmış bir ağzın, nesnelerle doyurulamaması” yorumu, bu iki seminerde de kelimesi kelimesine tekrar eden bir yorumdur. Sizlerle Yas ve Yazı hakkında konuşurken, Lacan ve Derrida vesilesiyle gündeme getirdiğim hediye mantığının dürtünün yapısı mevzubahis olduğunda nasıl da karşımıza çıktığını görebiliyor musunuz? Bunu en temel Freudcu dürtü derslerinden birisiyle bile okuyabilmek pekâlâ mümkündür: Freud, dürtü söz konusu olduğunda en değişken şeyin nesne olduğunu dile getirir; nesne dürtünün yapısı söz konusu olduğunda hiç de kerteriz alınabilecek, kendisine bakılarak dürtünün “niteliği” hakkında konuşulabilecek bir şey değildir. Bu noktada Lacan şöyle söyler: Freud bize dürtüde nesnenin hiçbir önemi olmadığını belirtiyorsa, muhtemelen memenin nesne olarak işlevi bakımından toptan gözden geçirilmesi gerektiğindendir.
İşte burada, Lacan’ın Freud’un eserine yaptığı müdahalelerin önemi ve işlevi ile karşılaşmış oluruz. Eğer az önce önermiş olduğum şekilde bu makaledeki gediği ve gerçekliği, annenin bir metaforu olarak okumak niyetindeysek, ihtiyaç duyduğumuz şey Lacan’ın müdahalesidir; Freud’un eserini farklı düzlemlerde, yani, imgesel, sembolik ve gerçek düzlemlerinde düşünebilme olanağının bizlere açtığı ufuktur. Niçin olmasın? Bir zamanlar anne ve bedeni, hakikaten de gerçekliğin, Wirklichkeit, teminatı olarak açıkça okunmuştur ve bu metinde dahi anne vermeye ve vermemeye muktedir olan, dost ve düşman olandır; benim benzerimdir. Lacan bu evreyi, yani ayna evresi adı altında her birimizin malumu olan evreyi, iki aşamalı olarak değerlendirir; çocuğun annenin eksiğini keşfettiği ve kendisini bu eksiği kapatmak maksadıyla fallus ile özdeşleştirdiği evre, ayna evresinden önce gelemez.
Bu imgesel diyalektiğin nihayetinde, dürtünün doyumu, satisfaction, ancak bir ikame hâline gelebilir; annenin aşkının ikamesi. İşte bu, Freud’un Fechner’den yapmış olduğu alıntının Lacancı terminolojideki karşılığıdır: Dürtünün doyumu söz konusu olduğunda elimizdeki yegâne şey yaklaşmalardır. Öyleyse dürtü ve onu doyuran nesne, her ne kadar Freud’un biyolojik miti bizlere dürtülerin öncelikle başlangıçtaki durumu yeniden tesis etme eğiliminde olduğunu bildirse de elimizdeki yegâne şey yaklaşık bir deneyimdir. Dolayısıyla, tam da imkânsız olması münasebetiyle yaklaşık deneyimleri mümkün kılan bir durumdur bu. Diliyorum ki bu formüller sizlere bir önceki buluşmamızı hatırlatmaktadır.
Şunu söyleyebiliriz: Früstrasyon… ancak, söz konusu hediyenin kendisi aşk denilen bir şeyin sembolü olduğu müddetçe bir hediyenin reddi olarak akla yatkındır.
Lacan’a göre geri kalan her yaklaşık deneyim, bu aşka atfedilen gerçek nesnelerin aç bıraktğı kalplerin neticesidir: “Aşkın früstrasyonunu içeren her durum, ihtiyacın doyurulması yoluyla telafi edilmeye çalışılır.” İşte burada, artık, Freud’un biyolojik başlangıç mitine direnen çelişkiye ulaşmış oluyoruz. Yaşam maddenin başına bir şekilde gelmiştir ve yaşamsızlığı geri döndürmeye yönelik her girişim, yaşamı uzatmaya yönelik girişimler ile karışmıştır. Freud şöyle yazar:
Bu nedenle, eğer ölüm dürtüleri savını terk etmeyeceksek onların başlangıçtan beri yaşam dürtüleriyle ilişkili olduklarını varsaymamız gerekir. Ama bu durumda iki bilinmeyenli denklem üzerinde çalışıyor olacağımız kabul edilmelidir.
Şimdi, makalenin IV. Bölüm’üne ilerleyelim. Bunu, önceki üç bölüme dair her şeyi konuştuğumuz için yapmıyoruz; yine de ilerleyelim. Bu bölüm önemli bir önermeyle başlıyor: bilinç bir anı izinin yerine doğar. Şimdi bu cümlenin, aşkın früstrasyonunu içeren her durum, ihtiyacın doyurulması yoluyla telafi edilmeye çalışılır cümlesine gramatik benzerliğinin altını çizerek başlayalım. Aşk yerine kısmî doyum ve anı izi yerine bir bilinç; mitik bir başlangıcın, silik bir izin yerine geçen iki durum. Şimdi, diyor ki Freud, “… anı izleri en güçlü ve kalıcı durumdadırlar.” Bununla ilgilenelim.
6 Aralık 1895 tarihli 52. Mektup’u içerisinde “Benim teorimdeki en önemli yenilik, hafızanın birden fazla kez kurulması tezidir,” der Freud. Yani, bu makalede, 1920’de, bilinç karşısına yerleştirmiş gözüktüğü belleğin diyalektiğe direnç gösteren bir kütle olduğunu düşünmek (her ne kadar bu metin bizleri böyle düşünmeye sevk edecek bir şekilde kaleme alınmış olsa da) risklidir. Evet, bu izler yok olmamaları çerçevesinde kalıcıdır lâkin bir anlama sabitlenmiş olarak kalıcılık değildir bu. Dolayısıyla, bilinç, yeniden kurulmayı hiç bırakmayan bir belleğin yerine geçer; yine de bilinç açısından bir imkânsızlık değildir bu. Bilinç anlamda sabitliği gereksinmez lâkin yine de tutarlı gözükür. Bu tutarlılığı tesis eden en önemli özelliklerden birisi, bildiğiniz üzere, dile getirilen bir anlatının “zamansal tutarlılığıdır.” Şöyle söylüyor Freud:
Bilinçdışı zihinsel süreçlerin kendi içlerinde ‘zamandan bağımsız’ olduğunu öğrenmiştik… Öte yandan, bizim soyut zaman kavramımız tümüyle Algı-B. sisteminin işleyiş yönteminden türemiş ve bu işleyiş biçiminin bir algısına karşılık gelir görünür.
Kronolojik zaman, bilince tutarlı görünümünü veren şeylerden birisidir. Lâkin ruhsal aygıtın tümü düşünüldüğünde, herhangi bir icattan fazlası değildir. Niçin Lacan’ın “Hakikat bir kurgu yapısına sahiptir” önermesini buradan itibaren okuyamayalım? Kronolojik zaman, pekâlâ bir kurgudur. Yakın zamanda pek çok fizikçinin katıldığı bir araştırmada yaklaşık 70 yıldır kullandığımız atomik saatlerin yerine birbirlerine fiber ve uydu bağlantılarıyla bağlı optik saatler vesilesiyle gerçekleştirilen ölçümler ile zamanı kusursuzca ölçmenin yeni yolları denendi. Diğer bir yandan, dünyanın olması gerekenden hızlı döndüğü için tam bir yılın olması gerekenden kısa sürdüğü ilan edileli birkaç gün oldu. Haberleri takip ettiyseniz 22 Temmuz, tarihin en kısa ikinci günüydü. Milisaniyeler hakkında konuşuyoruz. Lâkin yine de tüm bunlar hakikatin kurgusallığına ilişkin hoş ve yepyeni güncel örnekler.
Tüm bunları, kurgusallığı münasebetiyle hakikati küçümsemek için söylemiyorum. Tam da bu kurgusallık, analitik çalışmaya imkân veren şeydir. Freudcu sonradanlığı, örneğin, çalışabilmemize meydan veren şey hafızanın yeniden ve yeniden kurulması tezidir. Eğer hakikatin tümü söylenebilseydi, şayet hafıza zamana direnen, olduğu gibi kalabilen, taşlaşmış bir kütle olsaydı, çalışabileceğimiz bir kurgusallık olmazdı, sembolik düzlem olmazdı.
Bu sebep ile analitik çalışmaya yön veren iki karar bulunur: Çalışılan yapıya dair kararımız ve analizde gündeme gelen görüngülerin düzlemi, yani, vaka formülasyonunun Lacancı topoloji çerçevesindeki takdimi.
Bugünlük burada duralım. Yakın zamanda yeniden bir araya gelip “Haz İlkesinin Ötesinde” üzerine konuşmayı sürdüreceğiz.


Yorumlar