top of page

S. Freud ve "Aşkın Psikolojisine Katkılar'"

  • Yazarın fotoğrafı: İ. Şahin Ateş
    İ. Şahin Ateş
  • 10 Tem
  • 12 dakikada okunur
ree

Bu metin tarafımca 16.03.2025 tarihinde İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği bünyesinde gerçekleşen bir çalışmada sunulmuştur.


Herkese merhaba,

 

Esasen Ocak ayı için planlamış fakat kimi gerekçeler ile bu ayki oturumumuza ertelenmiş olan bugünkü sunumum “Aşkın Psikolojisine Katkılar” başlığını taşıyor. Bu başlık, bildiğiniz üzere, Freud’un 1910 ile 1918 yılları arasında yayınladığı üç makalenin ana başlığıdır. Bu makaleler sırasıyla şunlardır: “Erkeklerin Yaptığı Özel Bir Tür Nesne Seçimi”, “Aşk Alanında Evrensel Değersizleştirme Eğilimi Üzerine” ve son olarak “Bekâret Tabusu”. Bu üç makalenin kastrasyon karmaşasının cinsel nesne ve özdeşleşmeler üzerindeki farklı görünümlerini cinsel yaşama yayılmış çeşitli “karşıtlıklar” çerçevesinde ele aldığından bahsedilebilir. Ben bugün sizlere bu makalelerin bir özetini sunmayacağım. Nitekim geçtiğimiz yılki seminerlerimizde bu türden bir çalışma zaten gerçekleştirilmişti. Benim amacım kastrasyon karmaşasının aşk hayatına etkilerinden hareket ile söz konusu karmaşaya dair metapsikolojik bir tahlil sunmak ve yeri geldikçe psikanalitik yapılar arasındaki farklara değinmektir. Bu vesileyle sizlere bu makaleleri sizlere tanıtabileceğime ve kendi yorumumu (kısaca da olsa) sizlerle paylaşabileceğime inanıyorum.


Lacan’ın 3. Seminer’inin son oturumunda sunduğu şu açıklama ile başlayalım:

Ödipus karmaşasının Freudcu tasarısını tutarlı kılanın ne olduğunu şematize edecek olursak bunun baba-anne-çocuk üçgeninden ziyade (baba)-fallus-anne-çocuk üçgeni olduğu sonucuna varırız. Peki, baba burada nerededir? Baba tüm bunları bir arada tutan yüzüktür.


Bu yılın ilk günlerinde gerçekleştirdiğim çiftcinselliğe dair sunumda sizlere Freud’da bir kökeni işaret yahut tesis edecek araştırmalar bulmaya çalışmanın nafile olduğunu bildirmiştim. Bunun gerekçesi, Lacan’ın az önce sizlere naklettiğim satırlarını dayandırdığı şu anlayıştır: Baba-nın-Adı’ndan önce, ortada bir baba falan yoktur. Bütün bir babalık meselesi, esasen, bir baba göstereni meselesidir. Yani Freud’un Totem ve Tabu’su, öldürülen bir Baba’nın ardından onun doğru temsilini tesis etmeye çalışan erkek kardeşlerin hikâyesi değildir. Bütün mesele, söz konusu baba göstereninin, göstermeyi mümkün kılmasıdır; bildiğiniz üzere bu “esas bastırma” ile “artçı bastırma” arasındaki Freudcu ilişkinin dayanağıdır. Arkaik, tüm temsillere doğruluğu bahşedecek bir Baba olmadığı için konuşmamız, yani speech yeni imkânlar meydan vermeye muktedirdir. Bu nevrotik diyalektiğin dayanak noktasıdır; nevrozu psikozdan ayıran temel özelliktir. Nevroz olumsuzlayabilen bir yapı iken psikoz olumsuzluğa-tutkun bir yapıdır. Bu bizzat Freud’un 1925’te varmış olduğu bir sonuç ve kliniğimizin başlangıç noktasıdır. Bu sebeple Lacan’ın 3. Seminer’i Schreber’in psikozunun baba göstereninin namevcudiyeti tarafından nasıl tetiklendiğini ve bunu anlamakta gösteren-gösterilen ikiliğinin yerinin ne olduğunu araştırır. Diyalektiğin ortada olmadığı imgesel düzlemdeki saf agresivitenin yegâne sonucu karşılıklı yıkımdır. Sembolik düzlem, agresivite ile sınırlandırılamayacak görünümlere gebedir.


Peki Freud sözünü ettiğimiz üç makalede nasıl bir soruşturmayla meşguldür? Söylediğim gibi, sizlere bu makalelerin özetini sunmayacağım. İlk makaleden şu satırları okuyarak başlayalım:


Psikanalizden, yeri doldurulamaz bir şey kavramının, bilinçdışında etkin durumda olduğunda, sıklıkla sonsuz dizilere bölünmüş olarak ortaya çıktığını başka örneklerde öğrenmiştik: hiçbir vekil yine de arzulanan doyumu sağlamayı başaramadığı için sonsuz. Belli bir yaşta çocuklarda görülen doymak bilmez soru sorma dürtüsünün açıklaması budur: soracak tek bir soruları vardır ama bu asla ağızlarından çıkmaz.


Bu satırlarda, Freud tarafından, anne-vekilleri olarak seçilen aşk nesnelerinin anneye denk düşemeyişi ile bir çocuk tarafından hiçbir zaman esas sorunun sorulamayışının eş koşulduğunu görüyoruz. Bu nevrotik durumun bir açıklamasıdır. Bu açıklamanın yukarıda kısaca ima ettiğim metapsikolojik kaynakları için Freud’un 1915’te yayınladığı “Bastırma” makalesine başvurulabilir. Freud bu makalede “nevrotik belirtiler, bastırılmış olanın, daha önce kendilerine yasaklanmış olan bilince ulaşmayı kendi araçlarıyla sonunda başarmış olan türevleridirler” diyerek yazar. Burada iş başında olan “türev oluşumu”, Freud tarafından bu makalede “çeviri” olarak (“52. Mektup’ta” olduğu gibi) nakledilir. Çeviri, yani diyalektik. Dolayısıyla, negation. Hakikaten de Freud bu makalede espri çalışmasının meydan verdiği bir aufhebung’dan bahseder; bastırma kısa süreliğine aufgehoben olur ve yeniden kurulur. Bu işlem son derece bireysel ve hareketlidir. Psikotik “yargıya dayalı men etme”, yani, der Urteilsverwerfung bundan farklı bir mekanizmadır: negativismus. Buradan hareket namına bir şey çıkmaz. Tinin Fenomenolojisi’nin Önsöz’ünün 59. Paragraf’ından aktarıyorum:


Uslamlama (İng. Argumentation) prosedürünün spekülatif düşüncenin karşıt olduğu ve daha fazla incelemeyi gerektiren iki özelliği vardır. Birincisi, böylesi bir muhakeme kavradığı içerik karşısında olumsuz bir tutumu benimser; onu nasıl çürüteceğini bilir ve onu yok eder. Bu şey, doğru değildir, yalnızca olumsuz bir sezgidir, kendisinin ötesinde hiçbir yeni içeriğe meydan vermeyecek olan çıkmaz bir sokaktır. Bir kez daha bir içeriğe sahip olabilmek için başka bir yerden yeni bir şeyin alınması gerekir. Uslamlama, boş "ben"e, kendi bilgisinin gösterişine yansımadır. – Bununla birlikte bu gösteriş, yalnızca içeriğinin gösterişini değil aynı zamanda bu sezginin beyhudeliğinin de gösterişidir zira bu olumsuzluk kendisindeki olumluyu görmekte başarısız olan olumsuzluktur. Bu refleksiyon kendi olumsuzluğunu kendi içeriği olarak alamadığı için hiçbir zaman meselenin yüreğinde/merkezinde/ortasında değil, daima onun ötesindedir. Bu nedenle boşluğu kurarak, içerik bakımından zengin her türlü sezginin her zaman önünde olduğunu düşünür. Diğer bir yandan, göstermiş olduğumuz üzere, spekülatif düşüncede olumsuz olan içeriğin kendisine aittir ve hem içkin hareket ve içeriğin belirlenimi hem de tüm bu sürecin bütünü olarak olumludur. Sonuç olarak bakıldığında bu süreçten ortaya çıkan şey, belirleyici olumsuzluktur ki bu da dolayısıyla olumlu bir içeriktir aynı zamanda. 


Devam edelim. Lacan 3. Seminer’de şöyle yazar: “Özne çiftleşmenin üremenin kökeninde olduğunu pekâlâ bilebilir ama üremenin bir gösteren olarak işlevi bambaşka bir şeydir.” Sizlere tekrar hatırlatıyorum, bu bambaşka işleve dair sorun, Lacan’a göre Schreber’in psikozunun patlak verdiği yerdir. Dolayısıyla bir çocuk durmadan soruyorsa ve hiçbirisi o sorunun ta kendisi değilse, bu nevrotik bir durumdur. Bu soru, Freud’un Leonardo makalesinde öne sürdüğü üzere çocuksu cinsel araştırmalar döneminin bir parçasıdır. Freud şöyle yazar:


Bu çağa ayak basan çocuklarda öğrenme tutkusu, bildiğimiz kadarıyla kendiliğinden uyanmaz; önemli bir olay, küçük bir kardeşçiğin doğmasının beklenmesi ve çocuğun bunu kendi çıkarını tehlikeye düşürüyor görmesi, böylesi bir cinsel araştırı tutkusunun doğmasını sağlar.


Çocuklar nereden gelir? Ebeveynler çocuklarının bazı sorularının kendilerinin cevaplandıramayacağı kadar güç olduğuyla eğlenirler. Diğer soruları cevaplandırabildiklerinden emin olmaları çok daha gülünçtür. Yine de arzulanan doyumu sağlamayı başaramadığı için sonsuz olan diziler, der Freud. Dizinin bir sonraki makalesinde cinsel dürtünün ta kendisinin bu doyuma elverişsiz olduğunu açık ve seçik bir şekilde ifade edecektir. Aynı Freud’un 2 yıl sonra “dürtülerin kökenine dair hiçbir şey bilemeyiz, sadece gösterildikleri kadar araştırabiliriz onları” diyeceğini de hesaba katacak olursak, Lacan’ın nasıl bir sadakat ile Freud okuduğunun çarpıcı gerçeği ile karşılaşırız. 


Freud’un açıklamalarını fahişelik problemi takip eder. Bu, çocuğun cinsel ilişkiye dair edindiği ilk bilgi ve izlenimlerin kendi ebeveynlerine uyarlanışının doğurduğu güçlükten kaynaklanır. “Senin ebeveynlerin ve başkaları birbirleriyle böyle şeyler yapabilirler ama benim ebeveynlerimin yapması imkânsız.” Freud’a göre çözüm, görünüşteki bu olanaksızlığın bilinçdışı uzlaşısıdır. Bizim bugünkü soruşturmamız açısından ilgi çekici olan husus, çocuk tarafından anne-fahişe zıtlığının nasıl diyalektize edilebildiğidir. Burada bahsi geçen şey birisinin bir diğerine dönüşmesi değildir. Açıklayabilmek adına, yine psikozlara başvuralım. Schreber açısından kastrasyon, tanınmış değildir. Bu sebeple onun Entmannung’u, yani bir kadına dönüşmesini kastrasyon ile karıştırmamak gerekir. Bu Lacan’ın yorumudur. Daha da geriye gelecek ve çiftcinsellik sunumumu hatırlayacak olursak, cinsiyetlenme alanını erkek-kadın ya da eril-dişil ve benzeri zıtlıklar ile kapsayamıyor oluşumuzun Freudcu-Lacancı gerekçeleri, burada bulunabilir.


“Anne çocuğa yaşam vermiştir ve bu eşsiz armağan için eşit değerde bir yerine geçen bulmak kolay değildir” der Freud. Dolayısıyla dizinin ilk makalesi, söz konusu erkeklerin özel türden bu nesne seçimini sonsuz bir ikame dizisi kalan şeyin kökeninde temsil edilemeyen bir sorunun bulunduğunu gösterir. Bir kurtarma motifi yahut aşk üçgeninde çözüme kavuşturulmaya çalışılan şey, baba göstereninin mahiyetinden kaynaklanır. Freud şöyle yazar: “… sadakatsizlik suçunu paylaştığı âşık her zaman oğlanın kendi Benliğinin ya da daha doğrusu büyümüş ve babasıyla aynı düzeye gelmiş olan kendi idealleştirilmiş kişiliğinin özelliklerini sergiler.” Bir rekabet sahnesine duyduğu ihtiyaçtan anlaşılabileceği üzere hiç şüphesiz imgesel bir çözümdür bu. Çocuklar nereden gelir sorusunun uzlaşılabilecek bir cevabını bulamayan obsesyonel özne, çözümü bu makalede Freud tarafından nakledilen yollar ve sahnelerde arar. Babalığa değil “bir kadın nedir” sorusuna cevap arayan histeriğin tutturduğu imgesel çözüm ise, Lacan’a göre, baba ile imgesel özdeşleşmedir. Lacan histeriğin bir penisi “sembolize edemediği şey için” imgesel bir araç olarak kullandığını savunur. Bir obsesyonel ise babasını kurtarabileceği yollar vesilesiyle özel bir tür nesne seçimi geliştirir. İşte, bu ilk makale bize bunu öğretir. Nihayetinde bir köken sorusu soran obsesyonel, çözümü kökeni tutarlı kıldığına inandığı ve bunun için borçlu olduğu babasını hayatta tutarak öder. Ne var ki icat ettiği bu çözüm, esasında, bizzat babasına gebe kaldığının işaretidir. Babasına borçlu ve hamiledir. Şimdi, ikinci makaleye bakalım.


İkinci makalenin ele aldığı zıtlık sevecen ve kösnül arasındadır. Freud’a göre aşk nesnesine yöneltilen bu iki tutum çoğu zaman bir uzlaşıya kavuşuyor olsa da ele alınacak olgularda durum bu şekilde değildir. Bu sebeple Freud’un bu makalesi çoğunlukla şu meşhur cümle ile bilinir: “Âşık oldukları zaman arzulamazlar ve arzuladıkları zaman âşık olmazlar.” Şimdi, sevecen ve kösnül akımlar için birer nesne seçmekten geçen bu çözümü ele almaya devam etmeden evvel şunu hatırlayalım: Oğlan çocuğu ile cinsel nesnesi arasındaki imkânsızlığı tesis edecek olan diğer erkek, herhangi bir erkek değildi. Bu erkek, Freud’a göre, çocuğun babasını çağrıştıran özelliklere sahip bir kimseydi. Lacan “Narsisizmi insanlar arası ilişkilerin merkezî imgesel bağı” olarak açıklar. Dolayısıyla ele almakta olduğumuz bu sahnelerin imgesel özelliğini vurguladığımızda, bunların kastrasyon karmaşasının tehlikesini ehlileştirmeye çalıştıklarını söylemenin hiçbir mahsuru yoktur. Lacan şöyle yazar:


Ensestiyöz ve çatışmalı bir ilişki olan Ödipus karmaşası çatışma ve yıkıma yazgılıdır. İnsanların kadın ve erkek arasındaki doğal ilişkiyi tesis edebilmesi adına üçüncü bir tarafın, bir uyum modeli olacak başarılı bir şeyin imajının müdahil olması gerekir.


Burada karıştırılmaması gereken husus, müdahil olan bu üçüncü tarafın, yani Yasa’nın, Baba-nın-Adı’nın Freud’daki karşılığının üstben, yani süperego olmayışıdır. Lacan’a göre üstben, elbette yasa gibi bir şey olsa da diyalektiğe meydan vermeyen bir yasadır, Kantçı manada bir kategorik emirdir. Lacan’ın 1. Seminer’inin ortalarında bizlere öğrettiği şey budur. İnsanlar arası ilişkiyi, sözel alışverişi tesis edecek olan şey süperego değil, ego-idealidir. “Özel türden bir nesne seçimi” vesilesiyle bir erkek bir benlik imgesini, ya da ideal-benliği rakibinde tesis ettiğinde, burada diyalektize edilebilecek olan bir şey yoktur. Açıklayalım: Dora Bay K.’yı benliği olarak kullanır, yani onun vesilesiyle Bayan K. ile ilişkisini sürdürür, der Lacan. Çözüm tıkandığında ve dörtlü sahne riske girdiğinde, Dora Bay K.’ya tokadı basar.


Şimdi, Freud’a göre erkeklerin bir nesneyi değersizleştirmek suretiyle çözüme kavuşturdukları sevecenlik-kösnüllük karşıtlığının kadınlardaki karşılı cinsel yaşamdaki yasaklanmışlık koşuludur. Her iki durumda da bir önceki makalede Freud’un bizlere işaret etmiş olduğu şu noktaya ulaşırız: Cinselliğin bizzat yapısına dair bir şey, doyumun hiç de süreğen olamamasının koşuludur. Libidinal doyum, Freud’a göre, engele ihtiyaç duyar. Yani ister erkeklerdeki kösnüllük sevecenlik karşıtlığı ister kadınlardaki yasaklanmışlık durumundan bahsediyor olalım, hiçbir durumda tam tersi bir durumun, yani hiçbir engellemenin bulunmadığı durumun arzu edilir olmadığı gerçeği ile karşılaşırız. Dolayısıyla Freud’un bu metinlerde ele aldığı özel nesne seçimleri ve sahneleri tesis eden zıtlıklar, diğer bir yandan, cinselliğin ta kendisine dair bir hayal kırıklığını örtbas edebilmenin yollarıdır. Freud bunu şöyle açıklar: “Psikanaliz, istekli bir dürtünün ilk nesnesi bastırma sonucu yitirildiğinde, bunun sıklıkla hiçbiri tam doyum getirmeyen sonsuz bir ikame nesneler dizisiyle temsil edildiğini göstermiştir.” Burada sizlere sezdirmek gayretinde olduğum şey, Freud’un cinselliğin yapısına içkin bir “doyumsuzluktan” bahsederken diğer bir yandan bunun gerekçesi olarak durmaksızın karşıtlıklarla karşılaşıyor oluşumuzdur. Bu durum bugün ele aldığımız üç makale için de geçerlidir.


Bu noktada, “Bekâret Tabusu’na” dair yorumlarımızı sunmadan evvel bir parantez açalım ve şimdiye dek tartışmış olduklarımızın bizlere psikanalitik klinik hakkında neler vaat edebileceğini düşünelim. Bu üç makale bize cinsel ilişkiye dair çeşitli örüntüler sunar. Peki bu örüntüler ile ne yapılmalıdır? Analizanları dinlemeyi bir kenara bırakmalı ve öğrenilen bu örüntülerden hangilerini tespit edebileceğimiz mi araştırılmalıdır? Bu nafile bir uğraştır. Dahası, pek çok analizan sizlerin kendilerine sunacağınız bu bilgiye zaten vakıftır; pek çok obsesyonel “dokunmaya kıyamadığı” aşklarından bahsedecek ve pek çok histerik gülerek şikâyetlenecektir. Bununla birlikte bize çalışma imkânı veren şey, esasında, Freud’un bu örüntüleri naklederken açıkça işaret ettiği imkânsızlıklardır. Bu sebeple ben, Freud’un bir çocuğun sorgulamalarını bize naklederken yaptığı şeyi, yani söz konusu sorgulamaları hiçbir zaman “ta kendisiyle” karşılaşılamayacak bir cinsel nesnenin ikameleri ile eş koşuyor olmasını önemsiyorum. Evet, burada bir eşitliğin tesisi imkânsızdır. Lâkin diğer bir yandan bu imkânsızlık kliniğe meydan veren şeydir; gösteren ve gösterilen arasındaki diyalektiği mümkün kılan şeydir. Analistler olarak bizlerin ne tümden-yasaklayıcı bir üstbenin ne de bunun zıttı gibi bir şeyin yerini kendi pozisyonumuz için kerteriz almıyor oluşumuz, bundan kaynaklanır.


Şahsî tecrübe ve tanıklıklarımdan biliyorum ki gösterenler ile çalışmayı “oyunbazlık” kabul eden sözde analistler var; “kelimeleri eğip bükmek zorunda mıyız” diye sormaktalar. Bu kimseler, kaçınılmaz olarak, bizim bugün kısaca değindiğimiz metinleri de ancak kendi analist pozisyonlarını destekleyen yegâne şey olan imgesel zorlantıları vesilesi ile okuyabilmekteler. Freud’un bizlere naklettiği çocuk, yani bir türlü çocukların nereden geldiğini sorgulayamayan çocuk, yine de sorgulamayı bırakmayarak, çok daha radikal bir tutum takınmakta, çok daha büyük riskler almaktadır. “Nevrotiklerin kendilerine bir soru sorduğuna eminiz” der Lacan, psikotiklerde durum hiç de böyle değildir. Onların böylesi soruları yoktur; onlar dilde ikamet etmemektedir. Dil tarafından esir alınmışlardır. Bu sebeple Freud, bilgisinden şüphesi olmayan herkesi (buna aday analistler de dahildir) paranoyak olarak değerlendirir. Bildiğiniz üzere, Freud’a göre bu kimseler sanrılarını kendileri gibi severler. İşte bizim sözde analistler de unvanlarını öyle seviyorlar.


Daha önce de söyledim. Dernekteki her sunumumda, daha önceki sunumlarımı takip ettiğinizi ya da okuduğunuzu varsayıyorum. Bunu sürdüreceğim. Burada birlikte çalışıyoruz. Bu vesileyle sizlere geçtiğimiz yılın Ağustos ayında yapmış olduğum “Freud’da Sembolik Düzen” başlıklı sunumu hatırlatmalıyım. Freud’un bugün ele aldığımız metinlerde altını defalarca çizdiği “sonsuz diziler” Ağustos’taki sunumumda değindiğim diğer metinlerde kendisi tarafından metapsikolojik olarak temellendirilmiştir. Bu sebeple şunu söyleyebilmek mümkündür: Obsesyonel nevrozların romantik ilişkilerinde vuku bulan tekrarın yapısı, bize genel olarak “nevrozun” ne olduğunu anlayabilme olanağı verir. Niçin? Lacan’dan aktaralım: “Ödipus karmaşası insanın gerçeğin beşerî yapısına erişebilmesi adına elzemdir ve bundan başka bir anlamı yoktur.” Dolayısıyla, örneğin, Ödipal karmaşanın obsesyonel nevrotiğin nesne seçimlerindeki görünümünden hareketle gerçeklik prensibini yeniden değerlendirmemizin hiçbir mahsuru olmayacaktır. Bu, söz konusu metnin bize sunduğu pek çok çalışma ekseninden sadece bir tanesidir. Obsesyonel nevrotiğin babasının idealini rakibinde yeniden tesis etmesi, bir başka çalışma konusudur. Bu vesileyle de narsisizmin nevrotik yapılarda nasıl iş gördüğünü ve Ödipal karmaşanın imgesel yollar ile çözümünde nasıl önemli bir rol üstlendiğini çalışabilme fırsatı verir.

Peki ikinci makale bize neler vaat eder? Aşk hayatında “sevecenlik-kösnüllük” karşıtlığını gündeme getirmek suretiyle soruşturmasına başlayan bu metin, nihayetinde, cinselliğin doğasının engeli, dolayısıyla karşıtlığı gerektirmesi gibi paradoksal gözüken bir ifade ile kapanır. Psikanalizin, Derridacı bir ifade ile karşıtlığın bu sıkışık ekonomisi içerisinde tatbik edilmediğini biliyoruz. Eğer hâl böyle olsaydı, psikanalitik çalışma analizanların kendilerine ıstırap veren durumların tam tersine ikna edilmeleri üzerinde temellendirilebilirdi. Psikanalizin sahip olduğu tüm imkân gösteren-gösterilen ayrılığından gelir. Analizanların, imkânsızlıklarının demirlendiği imgesel sıkışıklıkları başka bir şekilde işitebilecekleri bir çalışmayı yürütülür. Bu, en amiyane tabirle, karşıtlıklardan başka bir şey yapabilme imkânıdır. Karşıtlığın tarafları arasından bir seçim yapmak, aynı karşıtlığı yaşantının başka bir anında ya da yerinde yeniden üretecek olan duruma meydan vermektir. Bu sebeple kliniğimiz bütün silahlarını kuşanıp bir semptomun üzerine gitmez. Semptomun arızalı da olsa bir kriz için geliştirmiş olduğu çözüm, libidinal ekonomi için bir status quo’yu sağlıyor olabilir. Batuhan Bey birkaç farklı sunumunda bir analistin analizanının psikozunu tetikleyeceğine kani olduğu için bir semptoma müdahale etmekten kasıtlı olarak geri durduğu bir örneği bizlerle paylaşmıştı.


“Bekâret Tabusu” da bir karşıtlığı tartışır. Karşı karşıya olduğumuz şey (makalenin açılış sayfalarındaki çok daha kapsamlı örnekleri okumayı sizlere bırakıyorum), bir yandan çokça istenen bir cinsel ilişkinin nihayet gerçekleşmesi ve bunu takip eden cinsel soğukluktur. Freud, cinsel ilişkiye karşılık birbirinin tam karşıtı gibi gözüken bu iki tutumu (yani bir yandan yoğun bir istek ve diğer bir yandan soğukluk), obsesyonel nevrozlarda görülen “iki evreli belirtilere” benzetir. Freud’un “Sıçan Adam’ın” 1. Bölüm’ünün E alt başlığında sunduğu açıklamalardan kısa birkaç cümle aktaralım.


İki ardıl evreden oluşan ve ikincinin birinciyi nötralize ettiği böylesi zorlantılı eylemler saplantı nevrozunda tipik olaylardır. Hastanın bilinci doğal olarak onları yanlış anlar ve onları açıklamak için bir dizi ikincil güdü ileri sürer – kısacası onları ussallaştırır. Ancak bunların gerçek önemi yaklaşık eşit güçte iki karşıt itki arasındaki bir çatışmanın simgesi olmalarında yatar ve şimdiye dek bu karşıtlığın her zaman sevgi ile nefret arasında olduğunu saptadım.


“Bekâret Tabusu”, dizinin ilk makalesinin aksine, ele aldığı fenomeni farklı yapılar çerçevesinde izlemeyi sürdürür; Freud söz konusu tabunun kadın ve erkekte farklılaşabilen işlevleri ile ayrı ayrı ilgilenir. Örneğin, erkek söz konusu olduğunda kadınlara dair geliştirilmiş pek çok tabu, Freud’a göre, erkeğin kastrasyon karmaşası ile başa çıkmak için geliştirdiği çözümün direkt sonucudur; bu sebeple Freud erkeklerin kadınları “küçümsemeyle karışan narsisistik bir tutumla reddetmekte” olduklarını yazar. Dolayısıyla “kızlık zarının bozulmasına” yönelik ilkel ritüeller, bekâret tabusunun obsesyonel yorumunu ilgilendirirler. Söz konusu anatomik yapı kimi zaman el kimi zaman bir araç ile tahrip edilir ve akabinde bedenine müdahale edilen bu kadın ile seçilmiş bir kişi ya da birden fazla kişi cinsel ilişkiye girer. Fakat geliştirilen bu çözümün kadının ilk cinsel ilişkisinin kendisinde yarattığı soğukluğa hiçbir tesiri yoktur; bu önlemler kadının erkek partnerini söz konusu soğukluktan koruma maksadı taşırlar. Freud şöyle yazar:


Kadınların kızlığının bozulmasına (bu ifade çevirmene ait; kızlığın bozulması ifadesini açıkçası enteresan ve nahoş buluyorum) tepkilerindeki, izleri soğuklukta da süren güdüleri böylece saydıktan sonra kadının olgunlaşmamış cinselliğinin onu cinsel eylemle ilk tanıştıran erkeğin üzerine boşaldığını söyleyerek toparlayabiliriz.


Dizinin ilk makalesini tartıştığım satırlarda “babalık gösterenin” bir obsesyonel ve psikotik açısından önem arz eden çeşitli yönlerini sizlere kısaca da olsa nakletmiştim. “Bekâret Tabusu” makalesinin, bu konuyla ilişkili yanlara sahip olmak ile birlikte “histerik soruyu” da araştıran bir çalışma olduğunun ayırdına varmalısınız. Lâkin mesele bununla sınırlı değildir. Her ne kadar bu üç makale de karşıtlıklara hasredilmiş olsa da Ödipal karmaşanın bir kadın ve erkek için görünümlerinin “birbirinin karşıtı” olmadığının ayırdına varmalısınız; Freud’un 1931 tarihli “Dişi Cinselliği” makalesinde açıkça ilan ettiği sonuç budur. Kadının Ödipal karmaşayı ele alış biçimi, Lacan’a göre, “fazladan bir manevrayı” içerir. Aktaralım:


Kadın için cinsiyetinin farkına varmak erkeğinkine simetrik olacak bir Ödipal karmaşa ile yani anneyle özdeşleşmek ile başarılmaz. Aksine kadın babasal nesne ile özdeşleşerek cinsiyetinin farkına varır, yani ekstra bir manevra ile.


Böylelikle histerik soruya varmış oluruz: Bir kadın nedir? Unutulmamalıdır ki “Bekâret Tabusu’nun” bizlere kadınların cinsel ilişki tecrübesine dair göstermiş olduğu karşıtlık şuna ilişkindir: Söz konusu ilişkinin gerçekleştiği ana kadar bu ilişki bir kadın için kesin bir yasak olarak deneyimlenmiştir. Ve bu deneyim Freud’a göre öylesine derindendir ki nihayet bir kadın bu yasağı cinselliğe ilişkin yegâne tecrübe olarak bellemiştir. Bu sebeple, aktaralım, “kadın sevecen duygulara kapılabilme yeteneğini ancak gizli tutulması gereken ve kendi istencinin etkilenmemiş olduğundan emin olduğu yasadışı bir ilişkide geri kazanır.” Lacan’a göre kadının sorusu, yani “bir kadın nedir” sorusu, bizleri Ödipal karmaşa açısından imgesel bir karşıtlığın düzeninden sembolik bir düzleme taşır. Lacan bu sebeple Freudcu Ödipal karmaşanın baba-anne-çocuk değil fallus-(baba)-anne-çocuk üçlüsü arasında vuku bulduğunu bildirir; Freud’un cinsiyetler arasında sezdiği asimetri, fallus gösterenine dairdir. Niçin asimetri? Lacan’dan aktaralım: “çünkü fallus hiçbir muhatabı, eşi bulunmayan bir semboldür.” Sizlere (Lacan’dan aktararak) ne demiştim? Dora kadın organını, yani sembolize “bir kadın nedir” sorusunu cevaplandırabilmek için penisi imgesel bir araç olarak kullanır. Bu imgesel çözüm basit ama sağlam bir çözümdür.


Lacan’a göre Freud’un “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920) başlıklı eserinde vardığı sonuç şudur: Her nevroz gösteren düzeninde biricik bir devreyi (cycle) yeniden üretir ve bu devreyi insanın gösteren ile ilişkisini soruşturmak için yapar. Neden buradadır? Nereden gelmiştir? Ne yapmaktadır? Niçin ortadan kalkacaktır?...


Bugünkü sunumumu bu sorular ile sona erdiriyorum.


Teşekkür ederim.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Psikanalitik Çerçeve

Bu metin 07.09.2025 tarihinde An Psikoloji'de kendilerinin "Aktarım Günleri" başlığını taşıyan etkinlik dizisi kapsamında düzenlenen...

 
 
 

Yorumlar


© 2025 by İbrahim Şahin Ateş

bottom of page