Psikanalitik Çerçeve
- İ. Şahin Ateş
- 16 Eyl
- 7 dakikada okunur
Bu metin 07.09.2025 tarihinde An Psikoloji'de kendilerinin "Aktarım Günleri" başlığını taşıyan etkinlik dizisi kapsamında düzenlenen "Çerçeve" başlıklı oturumda sunulmuştur. Davetleri için kendilerine teşekkür ederim.
Herkese merhaba,
Bugün psikanalitik bir çalışmada çerçevenin yapısı hakkında konuşacağım; bu kısa bir konuşma olacak. Dolayısıyla bugün için yegâne amacım sizlere Freud’un eserinin yapısının psikanalitik çerçevede nasıl tezahür ettiğini sezdirmektir; yani, söz konusu çerçevenin Freud’un eseri ile birlikte nasıl şekillendiğini ele almaktır. Bu vesileyle şimdiden söylemeliyim: Bugün burada Sigmund Freud ve kısmen de olsa Jacques Lacan hakkında konuşacağım. Farklı psikanalitik ekollerin klinik çerçevenin yapısına ilişkin farklı teamülleri bulunabilir. Bunlar hakkında bilgi sahibi değilim.
Sizlere Freud’un kimi “teknik metinlerini” Zeynep Hanım vesilesiyle iletmiştim. Şayet göz atma fırsatınız olduysa, bu metinlerin ele aldığı durum ve soruların bugün bizler için canlılıklarını pekâlâ koruduklarını görmüşsünüzdür. Bu metinleri sizlere özetlemeye kalkışmayacağım; nitekim süre kısıtımız da buna meydan vermeyecektir. Fakat tam da bu kısıt sebebiyle kimi önermelerim sizlere direkt ve belki de teorik incelikten yoksun gelebilir. Bunun için ancak affınıza sığınabilirim.
Bu metinleri sizlere Freud’un kliniğinin, esasen, “bir yenilik ihtimâli” üzerine kurulduğunu sezdirebilmek umuduyla ilettim. Psikanalizin geleceği analizanlardır; henüz psikanalizin tanışmadığı, belki bir gün tanışabileceği her bir kişi, şikâyeti, keyfi, ıstırabı, fikirleri ve düşlemleriyle, psikanalizin geleceğidir. Psikanalitik çerçeve öncelikle buna gereken ihtimamı göstermelidir. Kaçınılması gereken en temel şey, bir çerçevenin bu geleceği biçimlendirme eğilimidir. Sizlere Jacques Lacan’ın 1. Seminer’inin 3. Oturum’undan kısa bir alıntı yapacağım:
… psikanaliz bir kişiye saygı duyan bir tekniktir, yalnızca ona saygı duymakla kalmaz, ona saygı duymadan hiçbir işe yaramaz. Elbette bu analitik tekniğin öznenin direncini kırması gerektiğine yönelik düşünceyle karşılaştırıldığında, paradoksal gözükecektir.
Bu iyi bir başlangıç noktası. Ruh sağlığı uzmanlarının teorik zaafiyetlerinin klinik müdahalelerine yansıdığı ilk nokta, hakikaten de budur. Danışanlarını ya da analizanlarını bir an önce teminatının kendileri olduğu bir gerçekliğe uyumlu kılmaya gayret ediyor gibidirler. Bu durum, en azından benim gözlemlediğim kadarıyla, bu kimseleri analizanlarının çalışmaya taşıdıkları semptomlara saldırmayı ve ne yazık ki sıklıkla bu saldırının şiddetinden övünç duymaya itiyor. Bu kimseler kliniklerini ceza ve mükafat üzerine kurmuş gibi gözüküyorlar. Ne yazık ki bu mümkündür. Bunu, örneğin, Freud’un 1923’te yayınladığı “Ego ve İd’e” düştüğü bir dipnotta görebilirsiniz; analizanlar analistlerini yüceltmeye, onlara peygambervari nitelikler atfetmeye teşnedir. Fakat, diyerek uyarır Freud, böylesi bir pozisyonu üstlenmemek etik bir zorunluluktur.
Lâkin burada etik ve ahlâkı birbirine karıştırmamamız gerekiyor. Psikanaliz etiğini metapsikolojiden, yani Freud’un psişik aygıtın yapısına ilişkin dinamik, topografik ve ekonomik görüşlerinden alır. Bunun bir “gelecek etiği” olduğunu söylemekte hiçbir mahsur olmayacaktır. Basitçe aktarmak gerekirse, bu “peygambervari” pozisyon üstlenildiğinde, analitik çalışma bu “peygamberliğin” ne olduğunun çalışılabileceği bir yer olmaktan çıkacaktır. “O kadar çok baba var ki klinikte, baba seansa taşınamıyor” demişti bir keresinde, Dr. Mehmet Mansur. Hemen kısaca “Haz İlkesinin Ötesinde’ye” (1920) değinerek bunu gerekçelendirelim:
… ama öte yandan (analist) her şeye rağmen gerçeklik olarak görünen şeyin aslında yalnızca unutulmuş geçmişin bir yansıması olduğunu (analizanın) anlamasını sağlayacak olan bir miktar uzaklığı korumasını sağlamalıdır.
Bir miktar uzaklık. Freud, çalışmadaki “tekrar zorlantısının” kaçınılabilir bir evre olmadığının altını çiziyor. Lâkin bu “çalışılamaz” bir evre olduğu anlamına gelmiyor; ihtiyaç duyulan şey, bir miktar uzaklıktır. Elbette ki bu son derece belirsiz bir ifade. Fakat bununla birlikte, bu türden bir uzaklığın, yani mesafenin metapsikolojik durumunu tartışmaya açabiliriz. Bunun için sizlere önerebileceğim en iyi metin, 1915 yılında yayınlanmış olan “Bilinçdışı” makalesidir. Bu metin bizlere gösterir ki analizanlar ıstırapları konusunda “bilgilendirmeyi” bekleyen kimseler değildirler. Bunu, onların ıstıraplarına dair bir “tavsiye” beklemediklerini yahut bu tavsiyenin analitik bir karşılığı olmadığını kastetmek için söylemiyorum; durum elbette ki bu değildir. Lâkin bu açık durumun yanında, analitik bir yorum, bir ifşaat arzusu ile gerçekleştirilemez. Analist, analizanının bilinçdışını hareketlendirmeyi umar ve bunu analizanının kendisine sunduğu malzemeleri ona geri vererek yapar. Zira nihayetinde semptom bir oluşumdur ve analiz bu oluşumun yapısı üzerinde çalışır. Jacques Lacan’ın “bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır“ önermesi buradan kaynaklanır ve bu önermenin Freud’daki karşılığı için gösterenlerin, yani Vorstellungen’in Freud tarafından nasıl ele alındığını incelemek gerekir.
Bu vesileyle bir kez daha “gelecek etiğine” dönelim ve analitik çalışmanın zamansallığını tartışmaya açalım. Bilinçdışının zamansızlığı, bir imkândır; analizana geri verilenler, bir yorum olarak sunulan ve yeri geldiğinde ne idüğü belirsiz olan şeyler, hep bu imkânı tahrik etme olasılığına iman iledir. Düşünün, aksi takdirde, geçmiş denebilecek bir şeyin kaçınılmaz sonuçları olmak dışında elimizde bir imkân kalabilip kalamayacağını. Yahut, gerçekten, gelecek diye bir şeye açık olabilir miydik, bilinçdışı zamansız olmasaydı? Sizlere, Walter Benjamin’in “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’inden” XVII. Tez’i aktaracağım şimdi:
Bu yöntem sayesinde yapıtın içinde tüm bir ömür, ömrün içinde dönem, dönemin içinde tüm tarih akışı hem korunmuş hem de olumsuzlanarak aşılmış olur. Tarihsel kavrayışla olgunlaşan besleyici mevyenin içerisinde nadide ama tatsız bir tohumdur zaman.
Olumsuzlayarak aşmak… Şimdi, Freud’un 1925’te yayınladığı “Olumsuzlama” makalesinden çıkarılacak önemli bir sonucu aktaracağım sizlere. Bu makalenin kapanış satırlarında Freud tarafından “olumsuzlama” ve “olumsuzluk” arasında bir ayrım yapılır. Öyle ki olumsuzluk, hatta daha doğru bir ifade ile “olumsuzluk arzusu”, psikotik bir durumdur. Bu arzuda “olumsuzlayarak aşma” deneyimine dair bir olanak mevcut değildir. Bu psikozların kliniğinin namümkün olduğu anlamına gelmez fakat bu kliniğin bir nevrotik kliniği gibi idare edilmemesi konusunda çok önemli bir uyarıdır; bir organizasyonun yapısökümü nevrotik kliniğinin geleceğe açıklığını tesis ederken psikozlar söz konusu olduğunda, kimi durumlarda, bu organizasyonun desteklenmesi elzemdir. Bu konuda bugünlük daha fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Fakat bu nokta, psikanalitik çerçevenin analizanın “psişik yapısı” gözetilerek tahsis edilebileceğinin doğrudan bir göstergesidir. Bu sebeple analist, öncelikle, çalışmakta olduğu yapının hangisi olduğunda karar kılmalıdır. Bu karar acele edebileceğimiz bir karar olmadığı gibi kimi durumlarda hiç de kolay olmayabilir. Bu çerçevede Jacques Alain-Miller’in öne sürdüğü ordinary psychosis kavramını belki bir başka çalışmada gündeme getirebiliriz. Vakada yapının takdiri, çerçevenin nihaî belirleyici unsurudur.
Devam edelim. İşte, bilinçdışının zamansızlığı, yahut, bilinçdışının tatsız tohumların mekânı oluşu, olumsuzlayarak aşabilmenin ardındaki şeydir. Lütfen sizlere iletmiş olduğum metinlerde, Freud’un “analistlerin tuttuğu notları” yahut “hatırlama güçlüklerini” nasıl ele aldığını bu çerçevede yeniden değerlendiriniz. Her şeyi not almak, eksiksiz bir şekilde vakayı metne dökmek, yanlış hatırlamayı imkânsız kılacak çalışma koşulları oluşturmak… Fakat bir vakayı formüle etme, yazıya dökme biçiminin analistin stilinden, tarzından nasibini almaması söz konusu olabilir mi? Bir kronolojiyi, kronolojiden medet uman bir zamansallığı vakanın formülasyonuna dikte etmek, serbest çağrışımın yegâne kural olduğu bir çalışma ile nasıl uyum içerisinde olabilir? Analistlerin çalışma esnasında ve sonrasında tekniğini, dolayısıyla, müdahalelerini ve hatta – niçin olmasın – yazılarını, örneğin, akademik bir söylemin sınırlarına teslim etmesi, bir gelecek etiği ile uyum içerisinde olabilir mi? Güç gözüküyor. İşte tam da bu noktada Freud ve Lacan’ın analizanları “anlamak” konusunda pek de aceleci olunmamasını salık veren cümleleri biraz daha anlaşılır hâle geliyor. Bu kadar çok “anlamanın” olduğu bir ortamda, dinlemeye değer ne kalabilir? Bu kadar çok anlamanın olduğu bir ortamda, olumsuzlayarak aşmak nasıl mümkün olabilir? Jacques Derrida’dan aktarıyorum:
Başarısızlık olasılığı, olay başarıya ulaşsa bile, bir imkânsızlığın izi olarak — kimi zaman hatırası, her zaman da musallat olan bir gölge gibi — onu damgalamaya devam etmelidir. Dolayısıyla bu imkânsızlık, mümkün olanın basit karşıtı değildir.
Özetle, gelecek etiğinin bir sonucu olarak analizin kaderi, başarı ve başarısızlığın ikirciğinden, gücün ve güçsüzlüğün karşıtlığından kurtarılmalıdır; Jacques Alain-Miller’in Lacancı yapılara ordinary psychosis müdahalesi, psikanalitik kliniğin nevroz-psikoz karşıtlığında takılmış olmasının bir sonucuydu, örneğin. Bilindiği üzere Lacan’ın erken dönemlerinde psikanalizin güncel durumuna getirdiği eleştiriler de benzeri bir karşıtlığa müdahaleyi içerirler. Psikanaliz, Freud’un ardından, analist ve analizanı “diyaloğa başlamış iki kişi” olarak verili kabul ederek işe koşulmaktaydı; teamül buydu. Bu teamüle istinaden de “benliğin güçlendirilmesi” yahut “yaratıcı savunma mekanizmalarının işe koşulması” gibi amaçlar geçer akçe hâline gelmişti. Lâkin nasıl olur da bir benlik, örneğin, analistinki gibi bir benlik, analitik çalışmada analizan için bir hedef, başarılı bir örnek teşkil edebilir? Her şeyden önce benlik, bir model değil bir eylemdir. Freudcu önermeyi hatırlayalım: Wo Es war, soll Ich werden. O’nun olduğu yerde, Ben, olagelmiş olacaktır. Bu bir yer değiştirme değildir; bir yeniliktir. Daha doğru bir ifade ile zamana dağılan ya da saçılan bir yeniliktir.
İşte bu sebeple, analiz bir çalışmadır; süreğen bir emektir. Emeklemek durumundadır; analizanın yaşamı emeklediği yerdir. Yaşamda kendisine yer açılacak bir şey değildir; yaşamın açılacağı bir şeydir. Yaşamdan daha önemli değildir; yaşama meydan verir. Yaşamın kronolojinin boyunduruğuna şahsî bir alternatif üretebilme girişimidir. Zorunlu değildir ama mümkündür. Bu sebeple analizanlardan imkânsıza sığınarak bizlere sundukları tüm engellere karşılık, belirli bir düzenle, belirli bir ücret karşılığında çalışmaya devam etmeleri beklenir. Bu analistin yaşamın zorunluluklarına kulaklarını tıkamasını gerektirmek durumunda değildir. Bazen çalışma, örneğin, uzun haftalar boyunca, bir ücret almadan gerçekleştirilebilir. Niçin olmasın? Şayet analist bedelin, sembolik bir borcun çoktan dönüşmeye başladığına inanıyorsa, pekâlâ mümkündür bu. Bu konularda takınılacak her türlü kuralcı, hatta ahlâkî tutumu yersiz buluyorum. Burada önemli olan, müdahalenin içerisinde gerçekleştirildiği çalışmanın formülasyonudur (Lacan'ın meşhur "Freudcu Şey" makalesinde, kadavralaşmak hakkında söylediklerine bakınız). Kurallarla vakit geçiren kimselere, bu kuralları devşirdikleri teorik zemin hakkında birkaç soru sorun. Göreceksiniz, teamülleri daima ve yalnızca kendilerine dairdir (ve bu sebeple bir analistin kendi analizi ve süpervizyonu, çalışmasının çerçevesi için son derece önemlidir; aksi takdirde tüm bu teamüller çalışılmamış olarak kalır). Konuşmamın başlangıcında da belirttiğim üzere, farklı ekollere dair yorumda bulunmaktan imtina ediyorum. Fakat, örneğin, kimi Lacancı müdahalelerin, örneğin “kesme”nin, yani seansın analist tarafından belirli bir anda ve keskin bir şekilde sonlandırıldığı müdahale biçiminin, analitik teoriye ilişkin tartışmalar içerisinde ahlâkî tepkiler ile karşılaştığını pek çok kez gözlemledim. Acaba bu ahlâkın dayanağı nedir?
“Çalışmamız yaşananları yaşanmamış kılmakta, kader karşısında, çaresizdir” der Freud 1895’te, psikanalizin erken yıllarında. Lâkin yine aynı yıl, bu kez bir mektubunda, eserinin en önemli keşfinin “hafızanın durmaksızın yeniden kuruluşu” olduğunu da belirtir. Psikanalitik çerçeve, imkânsız bir çerçevedir. Niçin? Çünkü kendisini açtığı gelecek, bir yenilik ihtimali, tam da yeni olduğu için, kestirilemez olduğu için, hazırlanılamaz olduğu için ona gebe bir çerçevenin tesisi imkânsızdır. Fakat diğer bir yandan, Freudcu metapsikoloji tam da bu imkânsızın tarihsel koşullarını tahlil eden bir girişim olduğu ve bunu geleceği olan analizanlara kulak kabartarak yaptığı için, ancak sonradan tesis edilen bir teorik zemin olduğu için gelişime açıktır. Psikanalitik çerçeve, imkânsıza kulak kabartmalıdır; Freud buna, hatırlayacak olursanız, “bir rüyanın göbeği” demiştir. Karanlık bir yan. Psikanalitik çerçeveden genel geçer kurallar devşirebilmemiz imkânsızdır ve tam da bu yüzden bunu denemek sürdürmeye değerdir. Mümkün olsaydı, olmazdı.
Bir metin tecrübesi eksikliğinin, bizim bugünkü çerçevemizde, Freud’un metnine dair tecrübe eksikliğinin kusuru, bir metnin kıvrımlarına, manevralarına, gelişimine ve bocalamalarına dair tüm hâllerin ıskalanmasıdır. Analitik bir çalışmayı, analizanınıza dair sizlere sunulan bir “özet” ile yürütmeye çalıştığınızı hayal edin. Bu mümkün olabilir miydi? Freud’un metnini analizanlar ilerletmiştir. Bu sebeple bu metnin manevraları, Freud’un klinikte karşılaştığı sorunlara dairdir. Eğer kliniğinizden teorik tecrübenin gerektirdiği metin deneyimini çıkarırsanız, elinizde pelteleşmiş, ne olduğu belirsiz, çöpten hallice bir psikanaliz kalacaktır. Diğer bir yandan, yepyeni bir metindir Freud’unki. Zira bizler tarafından henüz okunmamıştır, bugün okunmamıştır. Çerçevenin gereksindiği şey yeniliktir. Bu yenilik de ancak analistin şahsî tecrübelerini, analizini, süpervizyonunu ve metin deneyimini klinikte yeniden ve yeniden kurmak ile kendisine bir yaşam alanı açılan bir yeniliktir.
Teşekkür ederim.



Yorumlar