Freud'da Regresyon
- İ. Şahin Ateş
- 9 Eyl 2024
- 11 dakikada okunur
Bu metin İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği (FPD) bünyesinde FPD Okul mensuplarına 08.09.2024 tarihinde tarafımca yapılmış olan sunuma aittir.
Herkese merhaba,
Bildiğiniz üzere bugün “Freud’da Regresyon” hakkında konuşacağım. Bu konuşma için, sizlere de belirtmiş olduğum üzere, iki esas kaynak belirledim. Bunlardan ilki Freud’un Rüyaların Yorumu’nun VII. Bölüm’ünün “Regresyon” isimli alt başlığıdır. İkincisi ise yine Freud’un 1915 yılında, yani Rüyaların Yorumu’nun yayınından on beş yıl sonra kaleme alıp 1917 yılında yaynladığı “Rüyalar Kuramına Metapsikolojik Bir Ek” başlıklı makalesidir. Bu sunumda “Freud’da Sembolik” başlıklı sunumumda sizler önünde tartışmaya açtığım hususları yinelemekten kaçınmaya gayret edeceğim. Lâkin göreceğiniz üzere bu kolay olmayacak. Bunu gösterebilmek adına, sizlere Lacan’ın 11. Seminer’inin “Gösterenler Ağı” başlıklı oturumundan kimi kısımları aktaracağım. Vereceğim sayfa sayıları, söz konusu seminerin Türkçe çevirisindendir.
Lacan, 51. sayfanın sonu ve 52’nin başında dinleyicilerine Özne’nin oluşumunu açıklamak üzere benim bir önceki seminerimizde tartışmaya açtığım “52. Mektup’u” ve söz konusu mektuptaki şemayı dinleyicilerine hatırlatır. Bu noktada Lacan’ın altını bilhassa çizdiği husus, bu şemada “algı-bilince” karşılık gelecek olan sistemin kaynaklarıdır. Bildiğiniz üzere Freud’un şeması bizlere algı ve belleğin birbirlerini kesin olarak dışladığını gösterir. Yani, algı izlerinin belleğe geçebilmek için algı sisteminden silinmeleri gerekir. Burada Lacan bizim için oldukça önemli bir yorum yapar ve Freud’un “algı izleri” olarak andığı şeyin, kendi terminolojisinde (ki bu terminoloji dilbilimden nasibini almıştır) gösterenlere tekabül ettiğini belirtir. Algı izleri, yani gösterenler, algının eş anlılığına göre düzenlenir ve nihayet bilinçdışı sisteminin öğeleri hâline geldiklerinde, Freud’a göre, burada gösterenler arasındaki bağlantılar muhtemelen nedensel şekilde kurulur. Böylelikle, diyor Lacan, “bilinçdışının göbeğine nedensellik boşluğunu yerleştirmiş oluruz”. Yani, bilinçdışı Freud için hiçbir zaman bastırılan “kötücül” şeylerin atıldığı bir çöplük ya da Platoncu manada eidosların yerleştiği bir idealar toplusu değildir.
“Anımsama” ve “hatırlama” arasındaki Platoncu fark Lacan’ın eserinde 11. Seminer’den 10 yıl önce, yani 1. Seminer’de de gündeme gelir ve tesadüfî olmayan bir şekilde konu bir kez daha varsanı ve psikozdur. Lacan 1. Seminer’inin Hyppolite’in sunumuna hasredilen kısmında Freud’un “Kurt Adam” vakası çerçevesinde Bejahung ve Verneinung hakkında konuşur. Lacan’dan alıntılayalım: “Kurt Adam’a bakınız. Onun için Bejahung yoktur, genital düzlemin gerçekleştirilmesi söz konusu değildir. Sembolik kayıtta bu düzlemin izi yoktur. Sahip olduğumuz yegâne iz onun geçmişinde değil de dış dünyada genital düzlemin minör bir varsanısının ortaya çıkışıdır.” Lacan bu aşamada, yalnızca bu varsanısal tecrübeye bakılarak Kurt Adam’ın psikotik olarak nitelendirilemeyeceğini bildirir. Bu “psikotik değildir” demek de değildir. Öyleyse bu ayrım bizi varsanısal deneyimin nevroza ve psikoz ile teması hakkında düşündürmelidir. Burada Lacan’a göre söz konusu olan şey “tamamen ilkel bir tecrübedir.” Burada ilkeli “imgesel” olarak kabul etmemizde hiçbir mahsur yok; ilkelliği sembolik düzlem ile münasebetinin bulunmayışından kaynaklanır. Bu Freud’un “Ego ve İd’in” (1923) ikinci bölümünde de çok benzer şekilde takip ettiği bir düşünce çizgisidir. Varsanılama ve hatırlama sembolik olarak birbirlerinden farklı fenomenlerdir. Şimdi 11. Seminer’in 54. sayfasından alıntılayalım: “Freud’da algıya gerilemeli yatırım yapma süreci anlamındaki varsanı mefhumu ister istemez öznenin tamamen altüst olmasını gerektirir – tabii bunu çok kısa anlarda yaşar.” Lacan’a göre özneyi alt üst eden bu varsanı tecrübesi, bunu yapabilmeye ancak ve ancak öznenin gösteren sistemiyle ilişkisi hesaba katıldığı takdirde muktedirdir. Böylelikle regresyonun (gerilemenin) ve varsanının Freud’un eserindeki yerinin, Lacancı manada sembolik ile niçin ilişkili olabileceğini kısaca da olsa izah etmiş olduk. Şu iki sorunun da cevabı ancak bu yol kat edilerek verilebilir: 1) Özne nedir? 2) Arzu nedir?
Bu soruların büyüklüğü ortadadır; sorunun boyu kısaldıkça güçlüğü artar. Lâkin en azından ilki için Lacan’ın verdiği tanıma bakalım. Göreceğiniz üzere bu tanım hakkında konuştukça ikinci soruyu da cevaplandırmaya başlamış olacağız. Lacan Freud’un Wo Es war, soll Ich werden’ini “O’nun (ya da ilerleyen satırlarda söylediği üzere Gerçeğin) olduğu yerde Özne olagelir” diyerek çevirir. Bu Özne, Lacan’a göre, “gösterenler ağının” yeridir. Lacan’a göre gerçeğin, yani O’nun olduğu yerde olagelen Özne’nin varlığına delalet eden şey “tekrar”dır: “Tekrar tekrar aynı yere dönülür, geri gelinir, yoluna çıkılır, hep aynı şekilde doğrulanır…” der Lacan. Şimdi, Lacan’ın seminerini takip ettiğimizde, bu tekrarlamanın hatırlama ile bir ilişkisi olduğunu görürüz. Lacan şunu belirtir: Bu tekrarlama bir yeniden üretim değildir. Lacan’ın bu yorumunun mahiyetine artık aşinayız. Bunu sizlere “52. Mektup’u” ve hafızanın yeniden kuruluşu durumunu izah etmeye çalışırken açıklamıştım. Freudcu manada tekrar zorlantısı bir reprodüksiyon zorlantısı değildir. Dolayısıyla da örneğin, aktarım mefhumu analizan ile analist arasında “geçmiş bir sahnenin yeniden sahnelenişi” olarak yorumlanamaz. Bu, Freud’da Sembolik sunumumuzun fenomenolojik kaynaklarında gerekçesi doğrudan görülebilecek olan klinik bir sonuçtur. Bir başka klinik sonuç, örneğin, bir analizanın aynı rüyayı yahut bir tecrübesini farklı bir sözcük dizimiyle, farklı detayların üzerinde durarak, eklemeler ya da çıkarmalar yaparak aktarmasıdır. Zira analizanın söylediğini söylüyor olması, onun geçmişi yeniden ürettiği manasına gelmez. Bir analizanın ne söylediği ile değil “nasıl” söylediğiyle ilgileniriz. Bir rüyaya yaklaşırken de takınacağımız ilk tutum bu olmalıdır: Rüya neden böyle söylüyor? Bu, rüya “ne söylüyor” sorusundan çok daha önemlidir ve zaten ilk soru, esasen, ikincisinin cevabını da verecektir. Freud’un Rüyaların Yorumu’nun VII. Bölüm’ünde söylediği üzere “karakterimiz dediğimiz şey, izlenimlerimizin anı izlerinden başka bir şey değildir.” Yani, eğer analizanın “ne” söylediğini “nasıl” söylediğinin önüne koyacak olursak, bu söyleme biçimindeki tekrarlama zorlantısını hiçe sayacak olursak, onu bir Özne değil bir kişilik olarak dinliyor oluruz. Bu psikanalitik olarak kabul edilemez zira karakterimiz, pekâlâ, yanlış hatırladığımız bir anı üzerine yerleştirdiğimiz düşlemlerden ibaret olabilir.
Şimdi, Freud’da regresyon kavramının metapsikolojik bir izahını sunabilmek adına 1917 makalesine başvurabiliriz. Bu makale, büyük ölçüde, Rüyaların Yorumu’nun ilgili bölümü ile benzer bir çizgidedir. Aralarındaki tek fark, bu makalenin metapsikolojik olarak daha net ayrımlar yapmasıdır. Freud’un eseri belirli bir olgunluğa ulaşmıştır ve “Bilinçdışı” gibi önemli bir makalede onun ilk topolojisi çoktan dört başı mamur bir görüntüye kavuşmuştur.
Makale Freud tarafından uyku durumu içerisinde zamansal regresyonun iki türünün ayırt edilmesi ile başlar. Bunlardan ilki libidonun regresyonudur ki alametifarikası ilkel narsisizmin yeniden kuruluşudur. İkincisi ise Ben’in regresyonudur. Bunun alameti ise arzuların “varsanısal” olarak doyuma kavuşturulmasıdır. Freud’a göre bu ikisi, uyuyan bir kişinin durumunu tanımlayacaktır. Burada, şimdiden, bir ayrıma gidelim. 11. Seminer’de Lacan’ın algı-bilinç ve bilinçdışı arasındaki münasebeti göstermek için sunduğu ve “52. Mektup” üzerine yorumları ile başlattığı açıklamalar, esasen, “topolojik regresyona” dairdir. Zamansal ve topolojik regresyon, Freud’a göre, daima çakışmaz.
Şimdi, Freud’a göre, “uyuma niyetini” kesintiye uğratan şey, bir dış ya da iç uyarandan kaynaklanıyor olabilir. Şöyle yazıyor: “Gözlem, düşlerin bir önceki günden kalıntılar tarafından kışkırtıldığını gösterir – yüklerin genel geri çekilişine boyun eğmemiş ama buna rağmen libidinal ya da diğer ilgileri belli ölçüde korunmuş olan düşünce yükleri.” Burada Freud’un metnin 2 yerinde işaret ettiği lâkin İngilizce çevirinin editörüne göre tartışmaktan kaçındığı bir husus vardır: Şayet uyku durumunda zamansal bir regresyon söz konusuysa ve ilkel narsisizm kuruluyorsa, nasıl olur da Bd. sistemi uyku niyetini kesintiye uğratacak şekilde faal olabilir? Burada Türkçe çeviride inanılmaz bir hata söz konusudur. Freud bu sorunun cevabının “dementia praecox”, yani Kraepelin’e ait klasik bir psikiyatrik tanı olan “erken bunama” ile ilişkili olduğunu bildirir. Her kim ki uyku durumunda faal olan Bd. sistemi hakkında konuşacaktır, o, aynı zamanda erken bunama ve muhtemelen “şizofreni” hakkında da kayda değer açıklamalar sunacaktır. Zira bu klasik psikiyatrik tanı Freud tarafından şizofreni ile birlikte “parafreniler” olarak ele alınır ve “demantia preacox” Türkçeye burada “bellek yitimi” olarak çevrilmiştir. Halbuki Freud burada narsisistik bir ekonomik problemden dem vurmaktadır ve buna “narsisizmdeki bir gedik” adını verecektir.
Freud’a göre narsisizmin iki gediği vardır. İlki, az önce bahsetmiş olduğumuz ve Almanca editörün “bastırılmış itkilerin denetlenemezliği” adını verdiği şeydir. İkincisi ise kimi bilinçöncesi gündüz düşüncelerinin (vorbewußten Tagesgedanken) uyku durumunun ilkel narsisizmine riayet etmeden libidinal yüklerini muhafaza etmeleridir. Nihayetinde düşü oluşturmak için bu iki gediği destekleyecek son bir şey gerekir. Freud şöyle yazar: “Bilinçöncesi gündüz kalıntılarının dokusundaki bilinçdışı itkiye anlatım kazandıran bilinçöncesi düş arzusu (der vorbewußten Traumwunsch) oluşur.” Bu çok çok önemli bir tanımdır. Arzu, düşü mümkün kılan şey, bir anlatım verir. Arzu sanılabileceği gibi “duygusal” bir fenomene karşılık gelmez; düşü “düş işi” (Traumarbeit) dahilinde ve temsil edilebilirlik (Darstellbarkeit) durumunu göz önünde bulundurarak düzenlemenin adı arzudur ve bu arzunun bilinçöncesi olması onu gündüz kalıntılarıyla aynı kefeye koyabileceğimiz anlamına gelmez. “Bu arzuyu analizana işaret edecek olursanız,” diyor Freud özetle, “bu onun için tamamen irrasyonel olacaktır; bilinçdışı şeylerle benzer bir özellik gösterecektir.” Yani, bilinci düzenleyen her türlü rasyonalite, mantık, zaman ve nedensellik söz konusu arzu ile tamamen farklı bir düzleme aittir ve aynı zamanda ne bilinçdışı ne de bilinçöncesi itkiler (Regungen) ile karıştırılmamalıdır. Böylelikle arzu ve itki de Freud tarafından ayrıştırılmış olur. İtki hep faaldir; arzunun oluşması gerekir.
1917’nin tartıştığımız bu satırlarından ne çıkartabiliriz? İlk olarak: Arzu bir “anlatım” kazandırır. Dolayısıyla anlatımın “biçimi” ve kurduğu bağlantılar hesaba katılmadan arzu “nesnesiyle” ya da “amacıyla” değerlendirilemez. Bu psikanalizin psikolojiden ayrıldığı, dilbilime ve belki de hermenötiğe yakınsadığı yerdir. İkincisi, söz konusu arzu “hazır halde” beklemekte değildir. Oluşur. Dolayısıyla bir analizanın arzusu psikanalisti tarafından “bulunamaz”, ancak izlenebilir. Nasıl izlenir? Freud Rüyaların Yorumu’nun “Regresyon” bölümünde şunu açıkça belirtir. Çeviri Dilman Muradoğlu’na ait:
Uyanıkken yaptığımız yorum, rüya öğelerinden rüya düşüncelerine geri dönmek anlamına geliyor. Rüya çalışması bu yolu ters şekilde gitmişti; bizim yorum sırasında aynı yolu aynı şekilde geri dönmemiz çok gerçekçi görünmüyor. Daha gerçekçi bir yaklaşım, gündüz vakti, ara düşüncelerle ve rüya düşünceleriyle orada burada karşılaşan yeni düşünce bağlantıları üzerinden ilerliyor olmamız.
Alıntı bizlere rüyayı ancak rüya oluşumunda izlenen yolu takip edebildiğimiz ya da belki de benzeri bir yolun analizde mümkün kılınabileceği bir çalışmayı sağladığımız takdirde yorumlayabileceğimizi söylüyor. Nihayetinde bu, Freud’un “serbest çağrışımdan” analitik çalışmanın yegâne kuralı olarak bahsetmesine sebep olan şeydir. Alıntıda, fark etmiş olduğunuz üzere, bir yoldan ve bir yönden bahsediliyor. Bu esasen “topolojik regresyondur”. Şimdi 1917 metninde topolojik regresyonun tanımına geri dönelim.
Freud’a göre rüya oluşumunun üç evresi bulunur. Bunlardan ilki Bö. gündüz kalıntılarının Bd. tarafından güçlendirilmesidir. İkincisi ise tartışmamız açısından büyük önem arz eden düş arzusunun oluşumudur. Sonuncusu ise nihayet topolojik regresyondur. Freud şöyle yazar: “Bö.’nde başlayan ve Bd. tarafından desteklenen süreç Bd. üzerinden bilince baskı yapan algıya geriye doğru bir yol izler.” Bu evre bilinçöncesi düşüncelerin imgelere dönüştüğü evredir ve Freud’un adına yer değiştirme ve yoğunlaştırma adını verdiği iki süreç bu aşamada iş başındadır. Sözcük temsilleri, Freud’un ifadesiyle oldukça plastik bir biçimde (Türkçede bu “esnek” olarak karşılanmış) şey temsilleri ile bir araya getirilir. Önemli olan rüyanın “en doğru anlatımı bulmasıdır”. Yani, tüm bu süreç, değişimler, birleştirmeler, saptırmalar ve nicesi bir “anlatma” işidir ve nevrotiktir. İşte bu son derece önemli bir ayrımdır. Lacan’ın yukarıda andığımız iki semineri ve Freud’un burada çalışmamızın merkezine taşıdığımız iki metni, regresyon konusunu aynı düzenle ele alır. Bu düzen içerisinde “arzunun” tanımını vermek ve nevrotik ve psikotik varsanılar arasında bir ayrıma gitmek büyük önem taşır. Benzeri tartışmaların aynı düzen ile gerçekleştirdiği farklı metinlerden örnekler verebilmek de mümkündür. 1915 tarihli “Bilinçdışı” makalesi de şizofreni ve nevrozu aynı şekilde mukayese eder ve 1895 tarihli Taslak bu konunun ilk örneklerinden birisidir. Biz şu an için 1917’ye sadık kalalım. Sizlere bir önceki sunumumda da aktarmış olduğum kimi satırları yeniden okumak istiyorum. Bugünkü sunumumum neticesinde bu satırların sizler nezdinde artık çok daha anlamlı bir karşılığı olacağına inanıyorum:
Şizofrenide birincil sürecin yarattığı değişime konu olan şey bizzat bilinçöncesi düşüncenin (vorbewußte Gedanke) ifade edildiği sözcüklerdir; düşlerde bu değişime maruz kalan şey sözcükler değil sözcüklerin geri gittiği şey temsilleridir. Düşlerde topolojik bir gerileme bulunur; şizofrenide bu yoktur. Düşlerde (Bö.) sözcük yükleriyle (Bd.) şey yükleri arasında bir iletişim söz konusuyken şizofreninin özelliği bu iletişimin kesilmesidir.
Rüyaların Yorumu’nda söz konusu olan varsanı olduğunda oldukça benzer ifadeler bulabilmek, az önce de belirtmiş olduğum üzere, mümkündür. Freud şöyle yazar: “… düşüncelerin duyusal imgelere dönüşmesi sadece rüyaya özgü bir şey değil; sağlıklıyken gördüğümüz halüsinasyonlarda, hayallerde ya da psikonevrozların semptomlarında da aynı durum mevcut.” Rüyaların Yorumu’nun bu satırları, Lacan’ın 11. Seminer’inin Tukhe ve Automaton başlıklı 5. Oturum’unda alıntıladığı yerlerdir. Ne diyor Lacan? “Birincil süreci – ki son derslerde bilinçdışı biçiminde tanımlamaya çalıştığım şeyden başka bir şey değildir – bir kez daha ondaki kopuş deneyiminde, algı ile bilinç arasındaki o zamansız olduğunu söylediğim yerde kavramamız gerekir…” Lacan’a göre Freud bu fikri, yani “bir başka yer” fikrini Fechner’den alır: algı ile bilinç arasındaki bir başka sahne. Freud işte bu başka sahneyi tarif edebilmek için sizlere bir önceki sunumumda göstermiş olduğum ve daha derli toplu hâlini Rüyaların Yorumu’nun “Regresyon” bölümünde bulan şemasını hazırlar ve bu şema yalnızca rüya oluşumu değil arzu ve hatta Özne’nin oluşumu gibi temel konuları tartışabilmemiz için önem arz eder hâle gelir. Nitekim Lacan arzuyu nasıl tanımlar? “Arzu, sadece geçmişe ait bir imgeden sırtlandığı şeyi, hep kısa ve sınırlı bir geleceğe doğru taşıyorsa da, Freud gene de onun yıkılmaz olduğunu söyler.” Bu kısa tanım, regresyon hareketinin şematik değil de sözlü bir ifadesidir.
İzlediğimiz yol, Freud’u şu soruyu sormak zorunda bırakmıştır: “Şimdi kendimize bir varsanının ortaya çıkışını neyin belirlediğini sormamız gerek.” Elbette ki sunmuş olduğumuz tüm açıklamalar, varsanı oluşumunda regresyonun payını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ortada çözüme kavuşması gereken en az iki sorun daha vardır. Bunlardan ilki, varsanının kendiliğinden psikotik bir fenomen olarak kabul edilemeyecek olmasıdır. Lacan’ın 1. Seminer’de gösterdiği ve bizim de değinmiş olduğumuz üzere varsanı analizanın yapısını tek başına belirleyemez. Freud’un Rüyaların Yorumu’nda da belirttiği üzere, varsanı nevrotik yapılarda da pekâlâ karşılaşılabilecek bir fenomendir. İkinci sorun ise topolojik regresyonun bir sonucu olan “gözlerimizin önüne gelen mnemik imgeler” durumu, rüyalara has değildir. Freud’un 1917’de belirttiği üzere örneğin gün içerisinde herhangi bir konuyu düşünürken de böylesi imgelerin gözlerimiz önünde belirmesi gayet mümkündür ama bu tecrübe bir varsanı tecrübesi dahi değildir.
Freud’un bu sorulara verebildiği en açık cevap, “gerçeklik sınaması” söz konusu olduğunda nevrotiklerin aksine varsanılı psikotiklerin ilkel doyum biçimine geri dönebilmenin bir yolunu bulmuş olmalarıdır. Tartışma burada kesilir. Varsanılı psikotiklerde bu durumun nasıl olup da böyle kurulduğuna dair hiçbir açıklama söz konusu değildir ama şurası açıktır ki artık bu tartışmanın nevrotik ve psikotik yapıların birbirleri ile arasındaki temel farka ulaşacak şekilde genişlemesi gerekmektedir.
Biz ise bugünkü sunumumuzu sona erdirirken şunu yapabiliriz: Uyku durumunun tesis ettiği narsisistik durumun narsisizmde oluşturduğu gedikler Freud tarafından hâlihazırda gündeme getirilmişti. O hâlde bu iki durum arasındaki farkın, yani, rüya ile varsanı arasındaki farkın narsisistik temellerini tartışmaya açmak icap ediyor olabilir. Freud’un “Narsisizm Üzerine” (1914) makalesi bizlere çocukluğun “narsisistik mükemmeliyetinin” yerini bir İdeal Ben’e bıraktığını söyler. Bu İdeal Ben’in Lacancı manada imgesel ile münasebetini “Ayna Evresi’ne” ayırmış olduğum seminerimde zaten sizlere açıklamaya gayret etmiştim. Yine aynı seminerde gündeme getirdiğim üzere, İdeal Ben’den farklı olarak Ben İdeali, Freud’a göre, “… büyüdükçe başkalarının kulak çekmeleri ve (çocuğun) kendi eleştirel yargısının gelişmesi tarafından” narsisistik mükemmelliğinden vazgeçmek durumunda kalması neticesinde kurulur. Bu Ben İdeali, narsisizmin yerine geçendir. Ne var ki bu da kâfi değildir. Bu Ben İdealİ’nden keyif alındığının bir teminatına ihtiyaç duyulur. İşte bu noktada da Üst Ben psişik aygıt içerisindeki yeni bir fail olarak karşımıza çıkar.
Şimdi, makalenin devamında gelen 1914’ün oldukça önemli bir dipnotunda, Freud şöyle yazar: “… bu gözetleyici ajanın gelişim ve güçlenmesinin kendisini izleyen (öznel) belleğin doğuşunu ve bilinçdışı süreçlere hiçbir uygulaması bulunmayan zaman etmenini içerebileceğini de eklemek isterim.” Bana soracak olursanız son derece kritik bir ifadedir bu. Freud “öznel” bir belleğin kurulmasından ve bilinçdışının değil de bilincin meselesi olan bir zamansallığın gelişiminden Üst Ben’in gelişiminin bir sonucu olarak bahseder. Tam olarak bu noktada 1917’ye geri dönelim ve “gerçeklik sınamasının” nasıl çalıştığına bakalım:
Öte yandan gerçekliğe inancın duyular yoluyla algıya bağlı olduğunu varsaymak doğru görünür. Bir düşünce nesnelerin bilinçdışı anı izlerine ve oradan da algıya dek gerileme yolunu izlediğinde onun algısını gerçek olarak kabul ederiz. Böylece varsanı gerçekliğe inancı yanında getirir.
Yani, varsanıyı mümkün kılan regresif düzenek ile gerçeklik sınaması arasında hiçbir fark yoktur. Fark karar aşamasında gelir. Peki karar mercii kimdir? Freud 1921’de Kitle Psikolojisi’nde bunun Üst Ben olduğunu düşünür (1914 açıklamaları da bunu destekler gibidir). 1923’te ise bundan vazgeçer. 1925 tarihli “Olumsuzlama” makalesinde ise doğrudan bu konuyu ele alır. 1925’te gelen gerçeklik sınaması açıklaması gözle görülür şekilde 8 sene öncekinden farklıdır:
Bir algının bir sunum olarak yeniden canlandırılması her zaman aslına sadık olmaz; atlamalarla ya da çeşitli öğelerin karışmasıyla değişmiş olabilir. Bu durumda gerçeklik sınamasının bu türden çarpıtmaların nereye kadar uzandığını kesinleştirmesi gerekir. Ama gerçeklik sınamasının kurulmasının ön koşulunun bir zamanlar gerçek doyum getirmiş olan nesnelerin kaybedilmiş olması olduğu açıktır.
Bu iki tanım arasındaki fark son derece radikaldir. Neredeyse “teyit eder” gibi duran bir regresif gerçeklik sınaması tanımından “nesnelerin kaybedilmesini” merkezine taşıyan, gerçekliğin sapıp sapmadığıyla değil “ne kadar saptığıyla” ilgilenen yeni fakat yepyeni olmayan bir tanımdır bu. Lacan bu yeni tanımı şu şekilde özetler gibidir: “Toparlayacak olursak, gerçeklik sistemi gelişiminde ne kadar ileri giderse gitsin, gerçeğin temel parçası olan bir şeyi haz ilkesinin ağlarında esir bırakır.”
Nedir bu şey? Bu şey Lacan’ın küçük a nesnesi adını verdiği şeydir ve Freud’da görebildiğiniz üzere onu işaret eden şeyler bulabilmek mümkünse de kelimenin tam manasıyla bir keşiftir bu. Zira adlandırmıştır. Bu nesnenin adlandırılması psikanalize Freud’un eserindeki türlü sıkışıklığı, ikiliği, gerilimi diyalektize edebilme olanağı kazandırmıştır. Bir sonraki sunumumuzda bununla ilgilenmeye başlayabiliriz. Göreceğiniz üzere nevrozun psikozdan farkından psikozun çeşitli görünümleri arasındaki farka kadar pek çok yapısal meseleyi bu nesneyi gündemde tutarak bugünkünden daha rahat bir şekilde tartışabileceğiz.
Teşekkür ederim.


Yorumlar