top of page

Freud'da Sembolik Düzlem

  • Yazarın fotoğrafı: İ. Şahin Ateş
    İ. Şahin Ateş
  • 5 Ağu 2024
  • 11 dakikada okunur

Bu metin İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği (FPD) bünyesinde FPD Okul mensuplarına 04.08.2024 tarihinde tarafımca yapılmış olan sunuma aittir.


Herkese merhaba,

 

Bugün FPD Okul seminerlerinden üçüncüsünü gerçekleştirmek üzere bir aradayız. Bugünkü seminerin başlığı, bildiğiniz üzere, “Freud’da Sembolik”. Lacancı bir çerçeveden Freud’un eserini gündeme getireceğimiz bu seminer için üç metin seçtim. Bunlar, sırasıyla, Freud’un Fliess’e 6 Aralık 1896 tarihinde gönderdiği ve “52. Mektup” olarak bilinen meşhur mektup, 1911 yılında yayınladığı “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar” ve son olarak da 1925 yılında yayınladığı “Olumsuzlama” ya da yaygın (ve ne yazık ki kusurlu) çevirisi ile “İnkâr” idi. Hiç şüphesiz Düşlerin Yorumu, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi ya da Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri gibi eserlerden herhangi birisini seçmek suretiyle Freud’da sembolik konusuna daha kapsamlı bir giriş sunabilirdik. Ne var ki bu eserler tek bir oturumda incelenemeyecek kadar hacimlidir. Bu sebeple ben, beraberce değerlendirildiklerinde Freud için psişik aygıtın mahiyetini bizler adına derli toplu bir şekilde sunabileceğine inandığım bu üç kısa metni seçtim.  


“52. Mektup” ile başlayalım. Bu mektup hakkında kısa bir tanıtımı dün sizlerle paylaşmıştım. Bu mektubun alametifarikası şudur ki Freud bu mektuptan bir yıl önce kaleme aldığı Bilimsel Psikoloji Taslağı içerisinde “hafıza hakkında bir teori öne sürmeyen bir psikoloji olamayacağını” bildirmiştir ve bu mektup tam da bununla başlar: Freud, teorisinde “esasen yeni olan şey” olarak nitelendirdiği bir hafıza düşüncesi öne sürer. Bu teoriye göre hafıza, bir kereliğine kurulan ve sonsuza dek geçerli olan bir şey değildir. Freud şöyle yazar: “Anı izleri biçiminde mevcut olan malzeme zaman zaman yeni durumlara binaen bir yeniden düzenlemeye – yeniden yazıma – tâbi tutulur.” Kısacık bir cümlede öne sürülen bu düşünceyi, psikanalitik teorinin merkezine yerleştirmekte belki de hiçbir kusur yoktur. Hafızanın “yeniden düzenlenebiliyor” oluşu, dünyayı aşina olduğumuz yollar ile değerlendirmemize olanak sağlayan her türlü pratiği sorgulamamıza meydan vermelidir zira kronolojiye dayandırmadığımız neredeyse hiçbir pratiğimiz yoktur.


Diğer bir yandan hafızanın bu özelliği, yani, “yeni durumlara istinaden yeniden düzenlenebiliyor olma” özelliği, bizlere Freud’un düş ve düşlemlerin oluşumunu nasıl açıkladığını anımsatır. Bu konuya ilişkin kısa bir notu da yine dün sizlere iletmiştim. Freud’a göre düşlemler, çocuksu arzuların gündelik tecrübelerin tahriki ile yeniden düzenlenişinden müteşekkil yapılardır. Bu yapıları kronolojik ilişkileri gözeterek analiz edebilmenin yolu yoktur; düşlemleri oluşturan öğeler kronolojik bağlantılar ile düzenlenmezler. Freud’a göre görsel ve işitsel öğeler çocuksu arzuların güncel bağlamlara oturtulduğu koşullar içerisinde yeniden değerlendirilir. Bu girişimleri gündelik yaşama ilişkin imgesel müdahaleler olarak değerlendirmek pekâlâ mümkündür. Freud bunların tatminsizlik veren gerçekliğe ilişkin “düzeltmeler” olduklarını bildirir.


Kısaca “düş oluşumundan” bahsedecek olursak, bunların, düşlemlerden çok da farklı bir işleyişlerinin olmadığı ortaya çıkacaktır. Bunun için de Freud’un 1917 yılında yayınladığı “Düşler Kuramına Metapsikolojik Bir Ek” makalesine başvurabiliriz. Burada, müsaadenizle, kısa bir parantez açmak isterim: Hem bu makaleyi hem de Düşlerin Yorumu içerisindeki “Regresyon” bölümünü beraberce değerlerlendirdiğimiz ve “regresyona” atfettiğimiz bir başka seminer planlayabiliriz. Böylelikle bu makalenin yoğun içeriğini detaylıca tartışabilme olasılığımız olur. Ben şimdilik söz konusu makaleye bugünkü gündemimiz çerçevesinde kısaca değineceğim.


Freud’a göre “bilinçöncesi gündüz kalıntılarının dokusundaki bilinçdışı itkiye anlatım kazandıran şey” ön bilinçli düş arzusunun oluşmasıdır. Bu arzu, dikkat edecek olursanız, söz konusu itkiye bir anlam kazandırmaz. Kazandırdığı şey bir anlatımdır. Burada Freud’un düş oluşumunu bir “ifade biçimi” olarak değerlendirdiği açıkça ortadadır. Bu çerçevede, Freud’a göre, bir düşün oluşum aşamaları şunlardır:


1.        Bilinçöncesi gündüz kalıntılarının bilinçdışı itkileri güçlendirmesi

2.        Düş isteğinin oluşumu

3.        Topolojik regresyon


Bu sonuncu madde, Freud açısından, düş oluşumunun nevrotik yapısını şizofreniden ayıran şeydir. Freud bunu şöyle açıklar: “Düşlerde topolojik bir gerileme bulunur; şizofrenide bu yoktur. Düşlerde (Bö.) sözcük yükleriyle (Bd.) şey yükleri arasında serbest bir iletişim söz konusuyken şizofreninin özelliği bu iletişimin kesilmesidir.” Bu yaptığımız alıntıyı biraz daha açık hâle getirebilmek için makalenin bir önceki sayfasından da alıntılayalım: “Düş işleminin sözcük sunumlarına ne kadar az sadık kaldığı son derece önemlidir: esnek sunum için en elverişli anlatımı bulana dek bir sözcüğü diğeriyle değiştirmeye her zaman hazırdır.”


Bu son iki alıntı ile birlikte düş ve düşlem yapısının birbirlerine yaklaşan yanlarını böylelikle belirtmiş oluyoruz. Sözcük sunumları ve şey sunumları arasında Freud’un yaptığı ayrım 1915 yılında yayınlamış olduğu “Bilinçdışı” makalesine dayanır. Bu ayrım bugünkü konumuz açısından ciddi şekilde önem arz eder. “Şey sunumları”, Freud’a göre, “şeyin doğrudan anı imgelerinin değilse de en azından bunlardan türemiş olan daha uzak anı izlerinin yükünü içerir.” Bu ikisinin, yani sözcüğün ve şeyin bir araya gelmesinden müteşekkil olan şey, “bilinçli sunumlardır”. Böylelikle bu iki şey arasındaki ilişkinin “bilincin” Freud’un eserindeki karşılığı açısından da önem arz ettiğini görebiliyoruz. Buraya döneceğiz. Şimdilik altını çizmek istediğim şey, Freud’un kullandığı ve Türkçeye “sunum” olarak çevrilen sözcük Vorstellung’tur. Bu sözcük bugünkü seminerimiz açısından fevkalade önemlidir.


Sizlere “52. Mektup’u” özetlemek gibi bir niyetim yok. Yalnızca psikanalistler için değil Derrida ve Ricoeur gibi filozofların dahi dikkatini cezbetmiş ve onların önemli eserlerine konu olmuş bir mektuptur bu. Psişik aygıtın aşina olduğumuz manadaki ilk görünümüne bu mektup ile ulaşırız. Freud onu algılar, algı göstergeleri, bilinçdışı, ön bilinç ve bilinç şeklinde “tabakalaştırır” ve her bir tabakaya kendi iç işleyişine ilişkin çeşitli özellikler atfeder. Bu şema vesilesiyle Freud’un eserinin fenomenolojik temelleriyle tanışmış oluruz. Freud bize maruz kaldığımız bir uyaranı “nasıl işlediğimizi” aktarmaya çalışmaktadır ve bunun için oldukça önemli terimler kullanır.


“Bilinçdışı” (1915) makalesinde “sunum” olarak karşımıza çıkan şeyin bu makalede “kayıt” adını aldığını söylemek mümkündür. Burada Freud bir uyaranın psişik aygıtın farklı tabakalarına nasıl kaydedildiğini (ya da edilmediğini) ve söz konusu kaydın psişik aygıt içerisinde nasıl çevrildiğini açıklar. Bunu kendisinden bir alıntı ile destekleyelim:


Ardışık kayıtların yaşamın ardışık çağlarının psişik kazanımlarını temsil ettiği olgusunu vurgulamaktan memnun olurum. Böylesi iki çağın sınırında psişik malzemenin bir çevirisinin gerçekleşmesi gerekir. Psikonevrozların özelliklerini bazı sonuçları malzemeler özelinde bu çevirinin gerçekleşmediğini varsayarak açıklıyorum zira niceliksel düzenlemeye eğilime dair bir inanca sıkıca sarılmaktayım. Sonraki her yazım selefini engeller ve uyarım sürecini ondan boşaltır. Bir sonraki yazım eksik ise bu uyarım ile bir önceki psişik dönemde yürürlükte olan psikolojik yasalarca ve o vakitte açık olan yollar ile başa çıkılır.


Şimdi bu “çeviri” sözcüğü alelade bir metafor değildir. Düşlerin Yorumu’nun 1. Bölüm’ünün E alt başlığından aktarıyorum: “Oysa bizim tek yaptığımız, uyandıktan sonra hatırladıklarımızla rüyayı yeniden üretmek. Ve bu “tercüme” işlemi ister tamamen ister kısmen yapılmış olsun, rüyanın gizemi, bilinmezleri hiç eksilmeden devam eder.” (Sunum esnasında bu alıntıyı desteklemek adına Düşlerin Yorumu'nun "Düş Çalışması" başlıklı altıncı bölümünün açılış paragrafları okundu ve tartışıldı.)


Buradan şunu anlayabiliyoruz: Sözcüklere dökmek suretiyle rüyayı nakletmemiz, yani onu kısmen (çünkü esasında bir rüyayı tamamen hatırlamak pek de mümkün değildir) yeniden üretmemiz, bir çeviri işidir. Kaçınılmaz olarak, her çeviri gibi, kusurludur ve kusurlarıyla değerlendirilmelidir. Bu çeviride bir kusur, Freud’un “52. Mektup’ta” dile getirdiği üzere, “bastırma olarak bilinen şeydir”. Böylelikle artık Freud’un 1911 yılında yayınladığı “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Bazı Formülasyonlar” başlıklı makalesine geçebiliriz.


Bu makale, öncelikle, adından da anlaşılabileceği üzere Freud’un haz ve gerçeklik prensiplerini takdim ettiği eseridir. Makalenin esas soruşturması “özel olarak nevrotiklerin ve genel olarak tüm insanların gerçeklik ile ilişkisini ele almak” maksadını taşımaktadır zira Freud’a göre “Nevrotikler gerçeklikten uzaklaşırlar çünkü onun ne tümüne ne de parçalarına katlanamazlar.” Makalenin hemen ilk sayfasında Freud nevrotikler ile psikotikler arasında bir ayrıma gider ve belirli varsanısal psikoz olguları çerçevesinde gerçeklik karşısında takınılan tutumunun verleugnung olduğunu belirtir. Bu “yadsıma” manasına gelir. Bu kavramın bu makalede henüz “genç” bir kavram olduğunu söylemek belki mümkün olabilir. Freud’un eserinin ilerleyen yıllarında bastırma, yadsıma ve reddetmenin daha kapsamlı bir şekilde tasnif edildiğini görebileceğiz. Örneğin burada bahsi geçen verleugnung kavramı için Freud’un 1927 yılında yayınladığı “Fetişizm” metnini değerlendirmek yerinde olabilir. Her halükârda “psikozlar gerçekliği çok fazla reddeder, nevrotikler ise birazcık” gibi psikolojize edilmiş bir sonuca varmamak gerekir. Bu ilk sayfa özelinde illa bir şeyin üzerinde durulacaksa, onun da şu olduğu söylenebilir: Dış dünyanın tecrübesi, kastrasyon tecrübesinden bağımsız değildir. Nitekim bunu bir önceki seminerimizde Melanie Klein’ın Dick vakası üzerine çalışırken detaylıca tartışmıştık.


İkinci sayfa, “gerçeklik prensibinin” tanımlandığı sayfadır. Freud şöyle yazar: “Varsanı yoluyla doyumun hayal kırıklığını önlemek için dış dünyanın koşullarının” temsil ediği bir sistem kurulmalıydı. Freud bunu gerçek koşulların bir kavramını oluşturmak olarak açıklıyordu ve “kavram oluşturmak” için kullandığı Almanca fiil vorzustellen idi. Ortaya çıkan şey, Freud’a göre, belleğin bir kısmını oluşturan bir gösterge sistemi idi ve gerçeklik sınaması bu yolla yapılıyordu. Yani yeni uyaranların mukayese edilmesine olanak sağlayan şey, uyaranların bu sistem ile sınanmasıydı. Lâkin biz “52. Mektup” vesilesiyle artık şunu söyleyebiliyoruz: Söz konusu gösterge sistemi, bir defalığına inşa edilip sonsuza kadar geçerli olacak bir yapıya sahip olamaz. Bu Freud’a göre imkânsızdır; hafızanın alametifarikası durmaksızın yeniden kurulması ya da düzenlenmesidir. Öyleyse, esasen, “gerçeklik prensibine” bağlı olan gerçeklik sınaması işlemi dış dünyadan gelen uyaranların objektif bir hafıza ile mukayese edilmesi suretiyle organizmanın iş görmesi değildir.


Bir bebeğin ihtiyaç hâlinde tüm uzuvlarını hareket ettirmek suretiyle ortaya koyduğu devinim, amaçsız hareketler bütünü, bu yetişkin organizma için artık söz konusu değildir. O kendisine bir bellek inşa etmiştir ve anlaşılan o ki bu belleği inşa etmeyi hiç bırakmayacaktır; bellek canlı bir organizmadır. Freud’a göre bu inşa işi “yaratıcı bir eylemdir”. Yaratıcı bir psişik faaliyet ile dış dünyayı temsil eden sunumlar bütünü, yani gösterge sistemi içerisindeki yük dağılımı değişebilir hâle gelmiştir. Bu durum, yani düşüncenin anı izleri ve onların yüklerle ilişkisini düzenleyebilme yetisi, bilinçdışıdır. Düşünce, Freud’a göre, “sunumlar seviyesinde” kaldığı sürece bilinçdışı kalacaktır. Bilinçdışının içeriklerini bilinçli kılacak olan şey, bunların sözcük sunumlarına bağlanmalarıdır. Bu sebeple Freud, bu makaleden 4 yıl sonra, “Dürtüler ve Kaderleri” başlıklı bir başka makalesi içerisinde, “psikanalizin görevinin dürtülerin kökenlerini incelemek olmadığını bildirir.” Psikanalitik açıdan dürtüleri incelenebilir kılan şey, onların temsil edilebilirliğidir. Psikanaliz bu temsiliyeti belirleyen anlatım koşullarını araştıran bir disiplindir. Bu çerçevede “gündüz düşleri”, sözel anlatım bulmak yoluyla bilinçli olabilmek için gerekli nitelikleri kazanan düşünsel-deneysel bir girişim olarak değerlendirilebilir.


Bu bağlamda Freud’un 3 yıl sonra yayınlamış olduğu “Narsisizm Üzerine” başlıklı metninden kısa bir parçaya değinebiliriz. Freud’a histeri ve obsesyonel nevrozun gerçeklik ile ilişkisini aktarırken şuna değinir: Bu hastalar da hastalıklarının kapsamında gerçeklikle ilişkilerini kesmişlerdir. Lâkin psikanalitik araştırmalar doğrultusunda ortaya çıkmıştır ki bu hastalıklardan mustarip kimseler insanlar ve şeyler ile erotik ilişkilerini hiçbir şekilde sonlandırmamıştır. Freud’a göre “Onları düşlemde hâlâ korumaktadırlar; yani bir yandan gerçek öznelerin yerine belleğinden imgesel nesneleri koymuş ya da ikinciyle birinciyi karıştırmıştırlar…” Histeri ve obsesyonel nevroz için geçerli olan bu durum, şizofreni için geçerli değildir. Bu durumun gerekçesi, yukarıda açıklamış olduğumuz üzere, şizofreni söz konusu olduğunda sözcük sunumları ve şey sunumları arasındaki ayrımın mevcut olmamasıdır. İşte bu perspektiften bakılacak olursa 1911’de yayınlanan “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi…” makalesi, gerçeklik ile münasebetimizin kastrasyon ile tarafından belirlenen koşullarını araştıran bir makaledir. Düşünsel süreçlerin imgesel ve sembolik olarak birden farklı düzlemde vuku bulabilmesine olanak sağlayan koşullar, psikozlarda mevcut değildir. Bu sebeple de bu makale gerçeklik ve haz prensiplerini birbirinin karşıtı olan iki prensip olarak öne sürmekten uzaktır. Burada bizim seminerimiz açısından önem arz eden husus, bu iki prensibi birbirinin zıttı olarak değerlendiren görüşler ile kendi pozisyonumuzu ayrıştırmaktır. İmgesel olanın sembolik olarak nasıl anlatım bulabileceğine ilişkin soruşturmaların Freud’un metapsikolojisindeki bir sonraki adımı için “Ego ve İd” makalesinin ikinci bölümü incelenilebilir. Geçtiğimiz yıl Salt Galata’da yaptığım ve web sitemizde “Bir Şeyi Bilinçli Kılmak” başlığıyla yayınladığımız sunumumda söz konusu makaleyi bu perspektiften değerlendirmiştim.


Zihninizde şu sorunun belirmiş olabileceğini düşünüyorum: 1. Bir anıyı “sahte olanından” nasıl ayırt edeceğiz? Bunu izah edebilmek için Lacan’ın 1. Seminer’inin on beşinci oturumunda “Kurt Adam” hakkında öne sürdüğü bazı açıklamalara değinmek istiyorum. Bildiğiniz üzere “Kurt Adam” analize başvurduğu dönemde artık yetişkin bir adamdır. Bununla birlikte, Freud ile birlikte “bir çocukluk dönemi nevrozunu” çalışmaktadırlar. Vaka adına önem arz eden bir sahne, yani Kurt Adam’ın babası ile annesinin a tergo bir pozisyonda cinsel ilişkiye girdiklerine şahit olmasıdır. Bu sahne, muhtemelen, Kurt Adam’ın yaşamının 6 aylık ile 1.5 yaşında olduğu bir dönem arasında vuku bulmuştur. Kesin tarihini verebilmek olanaksızdır. Lacan’a göre Freud 6 aylıkken vuku bulmuş olması ihtimaline değinmemektedir. Yine de bu mümkündür. Lâkin kati suretle bildiğimiz şey şudur ki söz konusu sahne travmatik önemini Kurt Adam 3.5 ila 4 yaşlarındayken kazanır. Peki bu nasıl olur? Bir sahne, nasıl olur da tecrübe edildiği anda travmatik değilken sonraları böylesi bir şekilde değerlendirilebilir? Lacan’a göre bunu mümkün kılan şey, çocukluk nevrozunun psikanalizin yaptığı şeyin aynını yapmasıdır. Belirli bir sahnenin sembollerinin yeniden değerlendirilmesi, sahneyi travmatize etmiştir. Bu, imgesel düzlemin sembolik ile bütünleştiği bir an olarak ortaya çıkar. Bu sebeple bastırma ile bastırmanın geri dönüşü birbirinden farklı şeyler değildir. Bu da hiç kimseye anlatamadığı, kendisine fazlasıyla ıstırap veren, utanç yahut suçluluk hissettiren kimi anılarını aktardıktan sonra analizanların durumunda (onların beklediklerinin aksine) hiçbir değişiklik olmamasını açıklar: Söz konusu sahnenin “aktarılabiliyor” oluşu, onun hâlen bastırılmış olma olasılığını dışlamaz. Lacan şöyle yazar: “Her sembolik bütünleşme bir çeşit normal unutmayı içerir.” Böylelikle bir anı ile düşlemi birbirinden ayırmanın nasıl mümkün olacağı sorusunu da cevaplandırabilmiş olduk: Yalnızca “anlatımı” göz önünde bulundurulduğunda, sahte anı diye bir şey yoktur.


Buradan itibaren Freud’un 1925’te yayınlamış olduğu “Olumsuzlama” makalesine geçebiliriz. Bu makale de yine yalnızca bugünkü başlığımız çerçevesinde değerlendireceğimiz bir metin olacak. Ne yazık ki onu bütünüyle değerlendirebilecek durumda değiliz. Bununla birlikte, gerçekleştirdiğimiz ilk seminerde de bu makaleye kısaca değinme şansım olmuştu. O seminer içerisinde sizlere bu kısa metnin Freud’un “bilinç ve yargı işlevi” hususlarında ardında bıraktığı en kapsamlı eserlerden birisi olduğunu söylemiştim. Muhtemelen en kapsamlısıdır ve buna rağmen yalnızca 5 sayfadır.


Freud söz konusu makalede iki tür yargı işlevi öne sürer. En eski dürtüsel itkilerin dilinde yargı işlevi “içe alınacak” ya da alınmayacak şeylerle ilgilidir. İkinci yargı işlevi ise esasen 1911 makalesindeki “gerçeklik sınamasına” ilişkindir. Freud şöyle açıklar: “Bu artık algılanmış olanın (bir şey) Ego’ya alınıp alınmaması sorunu değil bir sunum olarak Ego’da var olan şeyin algıda da (gerçeklik) yeniden keşfedilip keşfedilemeyeceği sorunudur.” Freud 1911’de “deneysel bir eylem” dediği düşünmenin bu işlevini bu metninde ise bir “ileri adım” olarak tasvir eder ve bunun kaynağının “düşünmenin dış nesnenin orada olmasına gerek kalmadan onu bir sunum olarak yeniden canlandırmak” becerisinden kaynaklandığını söyler. Umuyorum ki sizler için bu açıklama bu seminerde birkaç farklı makaleye başvurarak verdiğim örnekler çerçevesinde anlaşılırdır. Burada düş ve düşlemlerin oluşumuna ilişkin kimi aşamaları, histeri ve obsesyonel nevroza has olan imgesel ikameleri ve nevrozlar ile psikozlar arasındaki farkı görebiliriz. Bu “yeniden canlandırma” işlevi, bu yaratıcı işlev ile gerçekleştirilen şey bir çeşit “gerçeklik sapması” değildir; imgesel olandan bahsederken gerçek dışı gibi bir şey ima etmekte değiliz. Nitekim Freud da makalenin hemen bir sonraki sayfasında şöyle söyler: “Bir algının bir sunum olarak yeniden canlandırılması her zaman aslına sadık olmaz.” Freud’a göre “olumsuzlama”nın bu husustaki işlevi şudur: Olumsuzlama, yani Die Verneinung, yargılama işlevine müdahil olan ve onu yükselterek aşan, yani ona Hegelci bir müdahalede bulunan, temsillerin bilince “sızabilmesine” olanak sağlayan, dolayısıyla (daha evvel tartışmış olduğumuz üzere) esasında onları sözcük temsilleriyle ilişkilendiren işlevdir. Yargılama işlevi de Freud’a göre, bu çerçevede gelişime açıktır. Dolayısıyla bir seferde ve tam gelişmiş olarak ortaya çıkmaz. Onu mümkün kılan şey, olumsuzlama simgesinin yaratılmasıdır. “Düşünmenin” bastırmanın sonuçlarından kurtulması icap eder. Bundan dolayı yargı işlevini geliştiren ya da ilerleten şey, olumsuzlamadır.


Bu açıklamalarımızı biraz da karikatürize ederek özetleyelim. Freud’a göre bilinçdışında bir “hayır”, yani, “nein” yoktur. Bilinçdışının muhteva ettiği “şey temsillerinin” bilinç tarafından tanınması ancak bir ver-nein-ung yoluyla mümkün olabilir: Elbette bunu kastetmedim! Bu “hayır,” tek başına ele alabileceğimiz bir husus değildir. “Bilinçdışı” makalesi ile birlikte 1937 yılında yayınlanan “Analizde İnşalar” bu çerçevede beraberce düşünülebilir. Önemli olan bu nein’a eşlik eden temsillerdir ve psikanalist yorumunun akıbetine ancak ve ancak analizanının çağrışım zincirini takip etmekle vakıf olabilir. Nihayetinde bir “hayır” ile temsil edilen şey, artık temsil edilebilir olmakla, çalışılabilir hâle gelmiştir.


Şimdi, bu bağlamda, “gerçeklik sınamasının” Freud tarafından bu metinde nasıl değerlendirildiğine dönelim. Freud der ki gerçeklik sınamasının ilk ve öncelikli amacı, esasen, muhteva ettiği sunumu algıladıkları arasında yeniden bulmaktır. Her ne bulunacak ise o bir vakitler sahip olunmuş ve kaybedilmiş olmalıdır. İşte bu vesile ile düşünme, bir nesnenin “mevcut olmasına gerek kalmadan” onu canlandırabilme yetisine sahip olur. Şimdi bunları, yani bir gösterge yahut kavram sistemi, dış dünyanın kavramsallaştırılmasını Kojeve vesilesiyle Hegel’e dönmek suretiyle açıklayalım. Şimdi okuyacağım paragrafı dinlerken, örneğin, “Kurt Adam’ın” anısının travmatize oluşunu düşünebilirsiniz:


… ve Zaman, Varlığı, var olduğu şimdi’den, (artık) var olmadığı ve dolayısıyla sadece katıksız anlam (ya da varoluşsuz öz) olduğu geçmiş’e aktaran bir şeydir. Ve şimdi’de bulunan (var olan) yeni bir varlık değil, ama “eski” ya da geçmişteki Varlık olduğu için Varlığın, varoluş edinmiş bir öz olduğu söylenebilir; ya da başka bir deyişle, Varlığın sadece varlık olmadığı, ama Kavram olduğu ve bir başka deyişle de, Varlığın, (Zaman olarak) var olduğu ölçüde bir anlamı olduğu söylenebilir.


Hegel’e göre “kavramların ya da ete kemiğe büründükleri anlamla, sözcük olarak hiçbir ilişkileri olmayan anlam-taşıyan-sözcüklerin yaratılması” bir eylem yahut çalışmanın sonucu olabilir ancak. Bu vesileyle bizler de Freud’un “gerçeklik prensibini” ele alırken bunun için ısrarla yaratıcı bir eylemden yahut ileriye doğru atılmış bir adımdan bahsediyor oluşunu felsefî temellerine oturtabilmiş oluruz. Kojeve’e göre Hegel bunun mucizevî bir şey olduğunu düşünür. Sözcüklerin tarihselleşebilmesi mucizevi bir şeydir. Bununla birlikte, yine aynı sözcüklerin, dolayısıyla analizanlarımızın, ancak ve ancak kendi “gerçekliklerimizin” çemberinden geçirilmek suretiyle dinlenilebilmesine sebep olan koşullar, yani, “Ego psikolojisi” gibi girişimler, hiç şüphesiz, Hegelci bir çerçeveden düşünüldüğünde, “eylem” olarak değerlendirilmeyi dahi hak etmezler. Bu sebeple Lacan, 1. Seminer’inin yukarıda bahsettiğimiz oturumunda “bastırmanın kusurlu bir hatırlama olduğunu” dile getirirken, bunun Freudcu diyalektikte uzun bir yolun arşınlanmasının neticesinde vuku bulduğunu da bildirir.


“Freud’da sembolik” hususunda şimdilik bu kadarını söylemiş olayım.


Teşekkür ederim.

 

 

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Psikanalitik Çerçeve

Bu metin 07.09.2025 tarihinde An Psikoloji'de kendilerinin "Aktarım Günleri" başlığını taşıyan etkinlik dizisi kapsamında düzenlenen...

 
 
 

Yorumlar


© 2025 by İbrahim Şahin Ateş

bottom of page