Nevrozlar ve Psikanalitik Tanı
- İ. Şahin Ateş
- 24 Tem 2024
- 10 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Ağu 2024
Bu metin Felsefe Sanat Psikanaliz (FSP) bünyesinde 20.08.2023 tarihinde tarafımca yapılmış olan sunumun kısaltılmış bir hâlidir.
Herkese merhaba,
Bugün sevgili Batuhan Demir ile birlikte sizlere “nevrozların yapısı ve psikanalitik tanı”dan bahsedeceğiz. Ben sözlerime Freud’un nevrozların etiyolojisine hasrettiği ilk çalışmaları belirleyen bir tartışma olan “nevroz seçimi” ile başlamanın yerinde olacağına inanıyorum.
Freud, çok saygı duyduğu hocası J.-M Charcot ve onun öğrencilerine hitaben 1896 yılında Fransızca bir makale kaleme alır: “Kalıtsallık ve Nevrozların Etiyolojisi”. Freud’un bize aktardığına göre Charcot nevrozların etiyolojisinde aslan payını “kalıtıma” vermekteydi; hastanın ailesinin hastalık geçmişi, dolayısıyla bir sinir hastalığına yatkınlığı, Charcot’ya göre hastanın geliştirdiği nevrozun en önemli gerekçesi idi. Freud ise birkaç yıldan beri, tam olarak bir tarih vermek gerekirse 1888’i işaret edebilirim, “organik sinir hastalıkları” ve nevrozlar arasında bir ayrıma gitme uğraşı içerisindeydi. 1888 yılında kaleme aldığı “Histeri” başlıklı ansiklopedi makalesi, aynı yılki gözlemlerine dayansa da 1893’te yayınladığı “organik ve histerik felçler” üzerine makale ve yine bu yıllarda fazlasıyla meşgul olduğu “afazi”lere ilişkin metinlerinde nevrozların etiyolojisini hem merkezî sinir sisteminin faaliyeti hem de bir “dil/temsil problemi” olarak tasvir etmekteydi. Bu oturumun ilerleyen dakikalarında ve gelecek oturumlarımızda bu husus üzerine konuşmaya devam edecek olsam da şimdiden bir şerh düşmem gerekir: Freud’un etiyoloji araştırmalarında kalıtsallık için aradığı alternatif, bugün psikanalitik literatürde “yapı” olarak andığımız şeydir. Nevroz ile “kişiliğin” karıştırılmaması gerekir; Freud’un psikanalitik kuramı bize bir kişilik kuramı sunmaz. Freud kişilik hakkında neredeyse hiç yazmamıştır ve yazdığında da çalışması bilhassa “dürtü öğretisine” ilişkindir. Burada parantezi kapatalım ve devam edelim.
1888’deki “Histeri” makalesi benim sıkça andığım bir ifadeyi içerir. Freud şöyle yazar: “… histerik hastaların sinir sisteminde bir uyarım artığı vardır ki bu artık şimdi kendisini bir ketleyici, tahriş edici olarak göstermektedir ve sinir sisteminde alabildiğine özgür bir biçimde yer değiştirir.” Peki aynı makalenin son paragrafında Freud histeriyi nasıl tanımlar?
Özetlemek maksadıyla şöyle söyleyebiliriz ki histeri uyarımların farklı bir dağılımına dayanan, muhtemelen zihin organında bir uyarım artığının eşlik ettiği bir sinir sistemi anomalisidir. Semptomalojisi gösterir ki bu artık bilinçli ve bilinçsiz fikirlerce dağıtılır. Sinir sistemindeki uyarımların dağılımını değiştirebilen ne varsa histerik rahatsızlıkları iyileştirebilir; böylesi etkiler kısmen fiziksel kısmen de doğrudan psişik doğadadır.
Burada hem bir tanım hem de bir tedavi önerisi ile karşı karşıyayız. Tedavi kısmını şimdilik bir kenara bırakalım. Buradaki “uyarım artığı” ifadesi, Freud’un eserinin sonraki yıllarından iyi bildiğimiz haz ve gerçeklik ilkeleri arasındaki ilişkinin ilk örneğidir ve temelinde şu anlayış bulunur: Organizmanın tercih ettiği hâl uyarılmamış olma hâlidir; sinir sistemi eylemsizlik hâlini muhafaza etmek ister. Freud’un işaret etmeye çalıştığı şey, histerinin bu fazlalığa bir cevap olarak geliştiğidir ve daha şimdiden bu fazlalık ne tamamen fiziksel ne de psişiktir. Söz konusu sınır kavramın akıbetinin bizi dürtü öğretisine götürebileceği aşikârdır ve bu makalenin “Dürtüler ve Kaderleri’nden” (1915) 27 yıl önce yazıldığını bilmek heyecan vericidir. Yine de yaklaşık 30 senelik bir geçişe kalkışmadan evvel incelemekte olduğumuz dönemden argümanımızı geliştirebilecek yeni kanıtlar aramayı sürdürelim.
Bu hususta dillendirmeyi sevdiğim bir başka metin Freud ve Breuer’in beraberce kaleme aldıkları 1893 tarihli “Ön Bildiri’dir.” Histeri Üzerine Çalışmalar’ı (1895) önceleyen bu metinde okuyucuya hastalığı başlatıcı neden ile hastalık arasındaki ilişkinin “sembolik” bir ilişki olduğu söylenir. Bu sözcüğün yazarlar tarafından hangi amaçla kullanıldığının havada bırakılmaması icap eder. Ben, naçizane, Freud’un “afazi” çalışmalarının argümanımızı destekleyebileceğine inanıyorum. Yine 1893 yılında, bir başka metinde, Freud şöyle yazıyor: “Doğada “nesne” ve “sözcük” arasındaki ilişki “sembolik”tir. Her nesne bir sözcük ile “sembol” olarak çağrışım içerisindedir. Konuşma çağrışımlarının tam bir görüntüsünü elde edebilmek için nesne ile çağrışımı kabul etmek zorundayız.” Sizlerden ricam, ifadedeki “devinim” öğesine kulak vermenizdir; Freud açık bir şekilde temsiller arasındaki devinimin altını çizmektedir ki bu 1888’de histeriklerin ıstırabını çektikleri artıktan bahsederken kullandığı ifadeler ile uyum içerisindedir. Bir yıl sonra, 1894’te kaleme alınan “kaygı” makalesi kaygıyı “serbestçe dolaşan bir kuantum” olarak tanımlar. Şayet 2 yıl daha ileriye gidecek olursak Proje’ye ulaşırız. Burada ise Freud yine dış dünya (doğa) hakkında şöyle yazar: “Nitelikler nereden doğar? Dış dünyadan değil. Zira psikolojinin de burada tâbî olması gereken bizim doğa bilimimizin görüşüne göre, dış dünyada hareket hâlindeki kütlelerden başka hiçbir şey yoktur.” Tüm bu ifadeler bir niceliğin devinimine ilişkindir. Devindiği yer ise temsillerdir. Tam olarak bu sebeple Freud 1896 yılında, yakın dostu W. Fliess’e gönderdiği meşhur “K Taslağı’nda” histeriklerin ıstırabını çektikleri anıları ve bedensel belirtileri arasında bir sınır kavram icat eder: der Grenzvorstellung. Bu kavram, Freud’a göre “Ben” ile travmatik anının bir bileşimidir ve bastırılmış anının "ilk sembolüdür”. Böylelikle sembol sözcüğü de geri dönmüş olur. Erken dönem etiyoloji metinlerini sınırlar, devinim ve fazlalıklar belirler. Bir başka kanıt aranacak olursa yine oldukça meşhur “52. Mektup’u” inceleyebilir: Bu makalede Freud tercüme edilemeyen temsillerin bastırmaya sebep olduklarını yazar. Freud bu ufuk açıcı mektupta aynı anda hem çiftcinsellik hem de artığın akıbetini ele alır.
Böylelikle sunumumun başında atıfta bulunduğum makale olan “Kalıtsallık ve Nevrozların Etiyolojisi’ne” geri dönebiliriz. Bu makalede Freud nevrozları “sinir sisteminin ekonomisindeki bozukluklar” olarak tarif eder ki artık bu ifadenin onun eserinde en azından on yıllık bir geçmişi olduğunu biliyoruz. Şimdiyse Freud’a gereken “başlatıcı bir neden” idi.
Freud başlangıçta histerik hastaları tarafından edilgen, obsesyonel hastaları tarafından ise etkin bir biçimde karşılanan erken bir cinsel tecrübenin bu özgül neden olduğuna kani olmuştu. Bildiğiniz üzere Freud’un eserinin bu yılları, önceleri çokça önem hasretmiş olmasına karşın sonraları vazgeçtiği “çocuksu ayartılmalar” kuramı ile bilinir. Yine aynı yılda, yani 1896’da kaleme alınan “Histerinin Etiyolojisi’nde” rahatlıkla görülebileceği üzere Freud’un ne yazık ki çokça sık rastlanan istismar öykülerinden “vazgeçişi” gibi bir durum söz konusu değildi ve olamazdı da. Freud bir istismarcının “hasta” olarak etiketlenmesine dahi karşı idi; istismarı toplumsal bir sorun olarak görüyor ve böyle yorumlanması gerektiğine inanıyordu. Asıl değişiklik, bana soracak olursanız, yine ilk kez 1896’da yazılı bir şekilde karşılaştığımız “bastırılanın geri dönüşü” kavramına ilişkindi. Esasen, “serbest dolaşan kaygı kuantumu” gibi temsillerin devinimini alenen doğrulayan ifadeler, “bastırılanın geri dönüşü” formülünün temellerini oluşturmaktaydılar. Freud’un üstadı Charcot’dan ayrıldığı yer burasıydı: Freud’a göre bastırılanın geri dönüşü ancak bir agent provacateur ile mümkün olabilirdi. Çalışmasının ilerleyen yıllarında Freud’un bu husustaki görüşü hiçbir zaman değişmedi. Freud ancak birkaç gerekçenin bir araya gelmesi ve bir provokatör tarafından tetiklenmesi vesilesiyle bir nevrozun patlak verebileceğine inanıyordu. Üst üste binen patojen öğelerden tutun da Rüyalar ve Espriler’in “aşırı-yüklü” temsillerine varana dek hem etiyolojik hem de metapsikolojik açıdan önem arz eden pek çok görüş ve kavram, aynı mantığın bir sonucu olarak okunabilir. Freud için ne hastanın aile öyküsünü ne de belirtilerini oldukları gibi ele alabilmek mümkün değildi. Bu da onu yine 1896’da öne sürdüğü başka bir keşfe itti: Hafıza durmaksızın yeniden yazılır. Hâl böyleyken hastalığın aktarımı nasıl olur da tekdüze olabilirdi ki? 1894 tarihli “Savunma Nöropsikozları’nda” ele aldığı üç hastalığın da (histeri, obsesyonel nevroz ve paranoya) bir olaya cevap olduğunu çoktan ortaya koymuştu. Freud’a göre bu insanların temsil hayatlarında bir olay vuku bulmaktaydı. Hiç şüphesiz Freud bu olayın birden fazla patojen etken için bir kesişim olduğunu düşünüyordu. Bana soracak olursanız “temsil” sözcüğüne böylesine sıkıca tutunmasının sebebi de zihninde fazlasıyla aktif kimi sinir yolaklarının kesişiminde bulunan bir sinir hücresinin merkezî sinir sistemi içerisindeki elektriksel hareketi tıkadığına yönelik bir tahayyülü olmasından ileri geliyordu. Nitekim 1922 yılında, 1894’tekine benzer ifade kullanmak istediğinde Freud’un seçtiği tamlama “libidinal ekonomik devrim” olmuştu.
Hipnotik tedavinin Freud’a aradığını verebilmesi söz konusu olamazdı; telkinin tesiri altındaki hasta hekim tarafından verilen talimatlara kitlenip kalıyordu ve böylesi bir yöntemde söz konusu hastanın ıstırabının bir çalışma konusu hâline getirilebilmesi ihtimal dahilinde değildi. Eldeki yegâne çözüm, hoşnutsuzluk verici düşünce ve belirtilerin telkin yoluyla ortadan kaldırılmasıydı ki bu Freud’un Histeri Üzerine Çalışmalar’da da belirttiği üzere aşırı boyutlara ulaştığında hasta için şahsî tarihindeki pek çok önemli yaşantı artık erişilemez bir yerde olmuş oluyordu. Freud bir keresinde çok ileri gittiğini ve bunun sonucunda hastasının artık hiçbir şey hatırlayamadığını dahi itiraf etmişti. Hiç şüphesiz serbest çağrışım Freud’un keşfi değildi ama Freud’un eseri bu türden bir tedavi yöntemine çoktan hazırdı. Freud’un nevrozların etiyolojisi hakkında yazdığı her şey serbest çağrışımın keşfine bir hazırlık mahiyetindeydi. Nitekim histeriklerin belleğindeki boşluğun ve obsesyonellerin duygu ve takıntıları arasındaki uyuşmazlığın çalışılabilir hâle gelmesinin yegâne yolu buydu. Dolayısıyla Freud 1888’de histerikler için önermiş olduğu tedavinin nasıl tatbik edilebileceğini nihayet keşfetmişti: Bu insanları konuşmak suretiyle temsillerinin devinimine mâni olan sıkışıklıktan kurtarmak icap ediyordu; der Grenzvorstellung Freud’un yalnızca histerikler için kullandığı bir kavramdı. Zira 1894 yılında bu hastaların konuşmadıkları takdirde bedensel belirtiler üretmeye devam edeceklerini çoktan belirtmişti. Kavram Vorstellung türündendi, Denken değil. Freud “düşünceler” ile çalışmıyordu. İlerleyen oturumlarımızda “paranoya” hakkında konuşmaya başladığımız vakit 1917 tarihli “Düşlerin Metapsikolojisi” makalesinden söz edeceğim. Narsisistik nevrozlar söz konusu olduğunda düşünce ile temsil arasındaki farkın Freudcu çizgide nasıl ayrıştırılabileceğini beraberce görebileceğiz.
Aynı yılda, yani 1894’te, benim de daha evvel bu sunumda dile getirdiğim “kaygı” makalesi geldi. Söz konusu makale Freud’un “kaygı nevrozunu” tanımladığı ilk makale olmak gibi tarihsel bir öneme sahip olmanın yanında, psikonevrozlar ile nevrasteni arasındaki farkın psişik gerekçelerde yattığının bir başka kanıtını sunacak olması hasebiyle de önem arz etmekteydi. Kaygı nevrozunu tanımlamak ve onu nevrasteniden ayırmak, Freud’a göre, psikanalizin çalışma alanını belirlemek açısından da fevkalade önemliydi. Nitekim Freud kaygı nevrozunu şöyle tanımlamaktaydı: “Kaygı nevrozunun düzeneği, bedensel cinsel uyarımın ruhsal alandan sapmasında ve sonuçta bu uyarımın anormal kullanımında aranmalıdır.” Söz konusu sapma, daha erken metinlerindeki uyarım artığının bir başka tezahürü idi. Freud burada yalnızca yarıda kalan, kesilen yahut gerçekleşemeyen cinsel ilişkilerin kaygı nevrozuna sebep olduğunu söylemiyor, sonraları ortaya çıkan nevroz hususunda bir başlatıcı nedenin oynadığı rolü de teorize etmeye girişiyordu. Kaygı nevrozlarında ortaya çıkan belirtilerin (örneğin terleme, kızarma, soluk alışverişinin hızlanması, çarpıntı vb.) cinsel uyarılmalara da eşlik ettiğini, dolayısıyla kaygı nevrozunun bu uyarımın bir vekili olduğunu dahi dile getiriyordu. Böylesi bir açıklamadaki ufuk açıcı yan belirtiler ve durumlar arasındaki bir benzerliğin işaret edilmesinden ibaret değildi; Freud nevrozun cinselliğin bir metaforuna dönüştüğünü işaret etmekteydi. Nitekim ilerleyen yıllarda, örneğin 1909’da yayınlanan “Sıçan Adam” vakasında obsesyonel nevrozun histerinin bir lehçesi olduğunu, 1913’te ise karma nevrozların “iki dilli yapılar” olduklarını söyledi. Serbest çağrışımın önünü açtığı şey, analizanın derinlemesine çalışması ve analistin yorum sanatının kulaklarını bu metaforu işitebilmeye hazır hâle gelmesidir. Hiç şüphesiz tedavinin sonu bu değildir ama tedavinin başka yolu da yoktur. Freud’un teorisinde ne yoktan var olabilecek ne de yok edilebilecek bir enerji söz konusu olabilirdi, zira. Nitekim histeri üzerine 1888 tarihli ansiklopedi makalesinin işaret ettiği yöntem söz konusu uyarım fazlasının ortadan kaldırılması değil, dağıtılmasıdır. Sonuç olarak Freud da kaygı nevrozunu nevrasteni ve histeri arasında bir yere yerleştirir. Histeriden farkı başlatıcı nedeninin bir temsil olmamasıyken (ki bu çetrefilli nokta esasında ayrıca bir çalışmayı hak eder) benzerlik ise histeri gibi nöbetler hâlinde vuku bulan yapısıdır.
Freud’un 1900 sonrası nadir etiyoloji makalelerinden birisi olan “Nevrozlarda Cinselliğin Rolü” başlıklı makaleye geçelim. Daha evvelden yalnızca değinip geçtiğimiz “erken ayartılmalardan” vazgeçişin bir açıklaması bu makalede bulunabilir. Freud bu durumu “çocuksu cinsel örselenmeler” ile “cinselliğin çocuksuluğu” arasında teorik bir geçiş olarak isimlendirir. Hemen sonrasında ise vazgeçtiği ikinci şeyin (ki buna da değinmiştik) histerinin edilgen, obsesyonların ise etkin tecrübelerden kaynaklandığına ilişkin düşüncesi olduğunu bildirir. Bu iki değişikliğe ilişkin açıklamalardan sonra şu ifade gelir: “… benim kuramımda “cinsel yapı”, “genel nöropatik yatkınlığın” yerini almıştı.” Bu noktada şu sorunun sorulması gerekir: Nasıl olur da yapı, yatkınlıktan farklı bir şey olarak karşımıza çıkabilir? Zira birisi çıkıp “cinsel yapının” pekâlâ kalıtım yoluyla aktarılan bir şey olduğunu iddia edebilir. Hâl böyle olduğunda da nevrozların etiyolojisinde cinselliğin öneminden dem vursanız dahi nihayetinde söz konusu cinselliğin “kalıtsal” olduğunu kabul etmeniz icap edecektir.
Bir araştırmacı olarak bu soruyu ciddiye alıyorum. Hatta, bir açıdan, çalışmalarımın önemli bir kısmını bu soruya Freud’un eserine sadık kalarak üretilebilecek cevapların araştırılmasının kapsadığını bildirebilirim. Bu sebep ile hafta içerisinde sizlerden Psikanalize Giriş Konferansları arasından 23. Konferans’ı okumanızı rica etmiştim. Söz konusu konferanstan harikulade bir cümle alıntılayarak devam edelim: “Yapısal yatkınlıklar da kuşkusuz olarak geçmişteki ataların deneyimlerinin sonraki etkileridir; onlar da bir zamanlar edinilmişti. Böyle bir edinim olmadan kalıtım olmayacaktı.” Bu ifade, açıkça, ancak tarihselleştirildikleri ölçüde ataların yaşantılarının kalıtsal bir önem arz edebileceklerine delalettir. İşte bu sebeple “belleğin yeniden yazımı” Freud’un teorisi açısından son derece kritik olmuştu ve bunu keşfettiğinde takvim yaprakları henüz 6 Aralık 1896 tarihini göstermekteydi. Bu durum Freud’u adına ruhsal gerçeklik dediği bir şeyi teorize etmeye itti. Bellekteki boşluklar, Freud’a göre, tarihöncesi olanın tarihselleşmesi vesilesiyle doldurulmaktaydı ve kalıtım değil de “cinsel yapı” olarak adlandırdığı şey bu alanda iş görmekteydi. Cinsel yapı birden fazla dili konuşmaya muktedirdi ve bir bireyin belirli bir nevrozu geliştirmesi kadar önemli bir olay olarak Freud karma nevrozları ve birbirlerini takip eden farklı nevrotik yapılara ait belirtileri keşfetti. Artık hiçbir nevrozu bir cinsiyet ile eşleştirmek ve o cinsiyeti de etkinlik ve edilgenlik gibi bir koşutluk içerisinde açıklamak mümkün olamazdı; Freud kişilik gibi bir kavramın araştırmacısı da değildi. Tüm bunlar Freud tarafından 1900lü yıllardan önce denenmiş ve kısa süre içerisinde de geride bırakılmıştı. Dolayısıyla nevrozların etiyolojisi ile meşgul olmak Freud’u insanın cinsel yapısı ve cinsiyetlenme gibi sorunlar ile meşgul olmak zorunda bırakmıştı. Bir sonraki aşama, hiç şüphesiz, cinsiyetlenmenin de tıpkı nevrotik bir yapı gibi bir cevap oluşumu olduğunu söylemek olacaktı. Nitekim Freud aynen de böyle yaptı. (Bu husus ile ilgilenenleri 1919 yılında yayınlanmış “Bir Çocuk Dövülüyor” başlıklı makaleye yönlendirebilirim.)
Son olarak Freud açısından önem arz eden bir hadise olduğundan, erken yaşantıların kronolojisi ile nevroz türleri arasındaki ilişkiye değinebiliriz. Yine meşhur 52. Mektup’ta öne sürdüğü üzere Freud psikonevrozlar arasından en eski olanının histeri olduğuna inanıyordu; Freud’a göre histeriye yol açan yaşantılar 1.5 ila 4 yaş arasında vuku bulmuş olmalıydı. Obsesyonel nevroz ile 4 ila 8 yaş arasındaki yaşantılara dair bir rahatsızlıktı. Sonraki oturumumuzda değineceğimiz paranoya ise 8-14 yaşlarında temelleniyordu. Freud tarafından yayınlanmamış olmasına karşın bir metapsikoloji makalesi olarak hazırlandığını bildiğimiz “Aktarım Nevrozlarına Genel Bakış” isimli taslakta Freud sıralama konusunda hâlen aynı fikirdedir: Kaygı histerisi, konversiyon histerisi, obsesyonel nevroz, demantia praecox, paranoya ve melankoli-mâni. Söz konusu makale, Freud tarafından, uygarlığın çeşitli evrelerini bu nevroz ve psikoz türleri ile açıklamak yönündeki çok ilginç bir çalışmanın ürünüdür; nevrozların etiyolojisi ve Uygarlığın Huzursuzluğu’nun (1930) bir ara noktası olarak dahi tahayyül edilebilir. Burada Freud, bastırmanın kusursuz gerçekleştiği histerinin aksine obsesyonel nevrozdaki durumu bir “mantık işi” olarak tasvir eder; ortaya çıkan şey bir tepki oluşumudur. Bu mantık işinin diğer bir ismi “üçüncül bastırma”dır. Bu kavram ile bu makale dışında başka hiçbir yerde karşılaşmayız. Takıntılı nevrozda vuku bulan şey “bastırılanın geri dönüşü” değil, söz konusu mantıksal çalışma ile duygu ve temsil arasındaki ilişkinin saptırılmaya uğratılmasıydı. Tepki oluşumu, bastırmanın kusurlu olduğuna delaletti. Freud bunu 1894’te keşfetmiş, Fransızca bir tabir olan mésalliance ile açıklamıştı. İşte bu mésalliance’ın hipnoz ve telkin ile çalışılabilir olması mümkün değildi. Telkinden aktarıma giden yolun Freud tarafından nasıl geliştirildiğinin bir izahı için dileyenler 1909 tarihli Beş Konferans’ı inceleyebilirler. Bu konuşma dizisinde Freud hem Breuer ile birlikte geliştirdikleri tekniğin ilk yıllarını hem de psikanalizin genel kavramlarını takdim eder.
Özetlemek gerekirse: Hem etiyolojileri hem de onlar için geliştirilen tedavi yöntemi açısından nevrozlar, Freud’un psikanaliz öncesi çalışmaları ile doğrudan ilişkilidir. Freud’un bilhassa erken nevroz çalışmalarını etiyolojik soruşturmalara hasretmesinin sebebi, aynı yıllarda farklı bir metodoloji ile felçler, afaziler ve nevrasteniler üzerine çalışıyor olmasından kaynaklanıyordu. Nevrozlar üzerine çalışmaları Freud’un kullandığı metodolojinin klinik sonuçlarını gözlemleme fırsatına erişmesini sağladı. 1900lerden sonra ise Freud “etiyoloji” hakkında neredeyse hiçbir şey yazmadı. Bunun gerekçelerinden muhtemelen en kuvvetlisi, Freud’un çalışmasını “dürtü kuramına” hasretmiş olmasıydı. 1900lerin ilk yıllarını psikanalizin araştırma sahasını belirlemek ile geçirdi. 1905’te yayınladığı Cinsellik Üzerine ile birlikte Charcot ile yollarını ayıran provokatörler üzerine resmen çalışmaya başladı ve daha önce de belirtmiş olduğum üzere “kalıtsallığın” yerine “cinsel yapıyı” koydu. Bir yapı olarak nevrozların cinsellik sorusuna nasıl yanıt verdiğini ayrıştırabilmemiz ilerleyen haftalarda sapkınlık ve psikozlar üzerine çalışmalarımızdan sonra mümkün olacaktır. Bugünlük burada durabiliriz.
Teşekkür ederim.
Comments