top of page

Psikanalizde Agresivite

  • Yazarın fotoğrafı: İ. Şahin Ateş
    İ. Şahin Ateş
  • 16 Tem 2024
  • 12 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 5 Ağu 2024

Bu metin İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği (FPD) bünyesinde FPD Okul mensuplarına 14.07.2024 tarihinde tarafımca yapılmış olan sunuma aittir.


Herkese merhaba,

 

Bildiğiniz üzere bugün gerçekleştireceğimiz 2. FPD Okul Semineri’nde konu başlığımız “Psikanalizde Agresivite”. Tabi bu konu, bir oturuma sığdırılabilecek olan bir konu değil. Bu sebeple bugünkü sunumumu, sizler ile daha evvel paylaşmış olduğum iki metne yönelik bir tartışma ile sınırlandıracağım. Bu metinlerden ilki, Jacques Lacan’ın 1948 yılında gerçekleştirdiği bir sunumun metni olan “Psikanalizde Agresivite’dir”. İkincisi ise Melanie Klein’ın 1930 yılında yayınlamış olduğu bir makale olan “Ego’nun Gelişiminde Sembol Oluşumunun Önemi” başlıklı makaledir. İkincisiyle başlayabiliriz. İkincisi bize pek çok kavramı ve aynı zamanda da ilk Seminer’imizi tartışma olanağı sunacak.


Öncelikle bu metin, Freud sonrası yazarlar üzerine çalışan ya da çalışmayan pek çok kişinin malumu olan meşhur bir çalışmadır. Fakat bugünkü sunumumda bu metne değiniyor olmamın sebebi, Jacques Lacan’ın da 1. Seminer’inde doğrudan bu metni ele aldığı oturumlar gerçekleştirmiş olmasıdır. Bu oturumların ilki, 1. Seminer’in 6. Oturum’udur ve “Söylem analizi ve ego analizi” başlığını taşır ve Jacques Lacan bu oturumda ve takip eden oturumda hem Anna Freud ile Melanie Klein’ın çalışmalarını mukayese eder hem de bu yazarların eserinde Benlik’in yerine değinir. Biz de FPD Okul’da gerçekleştirmiş olduğumuz ilk Seminer’de, hatırlayacağınız üzere, Jacques Lacan’ın “Ayna Evresi” metnini tartışmaya açarak Lacan’ın “ego analizine” ve özellikle de Anna Freud’a yöneltmiş olduğu eleştirilere değinmiştik. Bu sebeple bugünkü Seminer, esasen 2 hafta öncekinin bir devamı olarak kabul edilebilir.


Klein’ın makalesi şu önerme ile başlar: Ego gelişiminin, sadizmin libidinal keyfin tüm kaynaklarını tükettiği bir erken evresi bulunmaktadır. Bu sadizmin amacı, annenin bedeninin tüm içerimlerine sahip olmak ve onu sadizmin gerektirdiği şekilde yok etmektir. Bu dönem, Klein’a göre, Ödipal karmaşa öncesi bir döneme tekabül eder. Çocuk, annenin bedeninde babanın penisini, dışkıyı, bir başka çocuğu bulmayı umut eder. Saldırganlığı bunlaradır ve neticesinde, elbette ki özetle, cezalandırılmaktan duyduğu kaygı ile sadistik girişimlerini yönelttiği bu nesnelere sembolik ikameler geliştirir. Bu sembolleştirebilme becerisi aynı zamanda Süperego’nun gelişimine tekabül eder. Yani, Klein’a göre, çocuğun kastrasyon kaygısı ona sembolleştirebilme kapasitesi kazandırır ve bu kapasite onun Ego gelişimi açısından fevkalade önemlidir. Klein’a göre bu sembolizm, tüm yüceltmelerin kaynağıdır ve bu sembolleştirebilme becerisi libidinal düşlemlerin bir kaynağı hâline gelir.


Şimdi burada duralım ve Klein’ın sunduğu bu teorik çerçeveyi Freudcu-Lacancı çizgi ile karşılaştıralım. Lacan, 1. Seminer’in 6. Oturum’unda şöyle yazar: “Şimdi, Dick için, gerçeklik açıkça sabitlenmiş durumdadır zira Dick (sembolik) hareketleri üstlenebilmiş değildir. O, doğrudan doğruya, hiçbir gelişmenin olmadığı bir realitenin içindedir.” Lacan’ın burada “sembolik hareketler” ya da daha doğru bir karşılıkla “gelişler ve gidişler” olarak karşıladığı düşünce, Freudcu Verschlungenheit’tır. Bu Lacan’ın Günlük Yaşamın Psikopatolojisi’nden bulup çıkardığı ve 1. Seminer’in bir önceki oturumunda değindiği bir sözcüktür. Sembolik karmaşıklığa, dolanıklığa tekabül eder. Bu bir anlam karışıklığı değildir. Freud’un adına “birincil süreçler” dediği süreçlerin çalışmasına meydan veren bir karışıklıktır. Lacan’ın yapısal düşünceye başvurmak suretiyle Freud’un eserini yeniden değerlendirmeye başladığı bir karmaşıklıktır. Klein bunu “sembolleştirebilme becerisi” çerçevesinde değerlendirir. Klein’a göre bu yetiye sahip olan çocuk dış dünya ve gerçeklik ile ilişkisini bu yeti vesilesiyle düzenleyebilecektir. Bu da onun düşlemler ve özdeşleşmeler dışında bir yaşam alanı bulabilmesine olanak sağlayacaktır.


Klein’ın metni bu noktadan itibaren çocuğun kurduğu gerçeklik ile dış dünya arasında net bir ayrım belirlemiş olur. Esasen iyi olacak olan şey Ego’nun nihayetinde bu dış gerçekliği tamamen idrak edebileceği ve kendisini ona göre düzenleyebileceği bir noktaya ulaşmasıdır. Nihayetinde, Klein’a göre, psikanaliz ancak ve ancak Ego’ya hitap etmek suretiyle tatbik edilebilecek olan bir çalışmadır; analistin müdahaleleri Ego’da bir karşılık bulmalı, onun gelişimine meydan vermelidir.


Klein’ın analitik sürecin merkezine yerleştirdiği bu görüşün Freudcu düşünce çizgisinden farkını tespit edebilmek namına, Freud’un 1915 yılında yayınladığı “Bilinçdışı” başlıklı makaleye başvurmak iyi bir yol olacaktır. Zira bu makalede Freud, psişik aygıt içerisinde “temsiller” (Vorstellungen) denen öğelerin yerini ve akıbetini tespit etmeye çalışmaktadır. Bu temsilleri Lacan’ın eserinde “gösteren” olarak biliriz. Lacan bu gösterenlerden müteşekkil sistemi, yani Sembolik’i, Freud’un eserine katkıları vesilesiyle geliştirmiştir. Bugünkü konumuz bu olmasa da bu gelişim çizgisi, esasında, es geçemeyeceğimiz kadar önemlidir ve neden öyle olduğunu Klein’ın ele aldığımız eserinde görebiliyoruz. Freud da “Bilinçdışı” makalesinde bir analistin görevinin bilinçdışına hitap eden yorumlar yapmak olduğunu savunur lâkin bunu analizanın Ego’suna hitap ederek gerçekleştirmemiz gerektiği hakkında hiçbir şey söylemez. Hatta, böyle düşünmediğini düşünmek için her türlü kanıt bu makalede mevcuttur.


Elbette ki Ego ya da Benlik Freud’un eserindeki nihai görünümüne 1915’te ulaşmamıştır. Geçtiğimiz Seminer’imizde bahsettiğim üzere, 1923’te “Ego ve İd’in” yayınlanmış olması, psikanalizi bir “Ego psikolojisi” hâline getirmek isteyen herkes için Lacan’a göre “neşeyle” karşılanmıştır. Lâkin 1915’te yayınlanan bu makale, tam olarak belirtmek gerekirse onun ikinci bölümünün son iki paragrafı, psikanalitik yorumun gerçekliği bir dış gerçekliğe sabitlemeye yönelik her türlü girişim ile taban tabana zıt olduğunu gösterir. Karikatürize edecek olursak: Bir analizanın karşısına geçip “Şunlar şunlar başına gelmiş, şunları bastırmışsın” demenin analizan nezdinde hiçbir hükümü olmayacaktır. Freud’a göre “bastırmanın etkilerini” ortadan kaldırmak ile sonuçlanması mümkün olmayan bir müdahale biçimidir bu; analizanın bilinçdışına hitap etmek bu değildir. Peki niçin? En basit cevap ile, şimdilik, şunu söylemek mümkündür: Bu türden bir müdahalede, az evvel andığımız Verschlungenheit’a dair hiçbir şey mevcut değildir.


Şimdi, Melanie Klein’ın Dick’e yaptığı ilk yorumdan bahsedebiliriz. Bu noktada makaleyi okumuş olduğunuzu ümit ediyorum. Yine de sizlere Klein’ın Dick hakkındaki ilk izlenimlerini aktardığı satırlardan kısa bir özet sunacağım. (Burada makalenin ilgili satırları kısaltılarak alıntılanmıştır.) Nihayetinde, ilk görüşmelerinde, Klein tren oyuncaklarını ele alır ve büyük olana “Babacık-treni”, küçük olana da “Dick-treni” der. Bunun üzerine Dick küçük olan treni alır ve pencereye doğru iter ve “İstasyon” der. Klein da “İstasyon annedir; Dick anneye girecek” şeklinde bu eylemini onun için yorumlar. İster yetişkin ister çocuklarla çalışan kimseler olun, şayet psikanalitik kliniğe aşinaysanız Klein’ın bu müdahalesi ilk bakışta son derece şaşırtıcıdır. Neredeyse fazlaca heveslidir. Adlandırıcıdır. Nitekim Klein da makalenin son kısımlarında normal şartlarda bu türden bir girişimde bulunmanın kendi tarzı olmadığını bildirir. Lâkin çocuğun nevrotik olduğunu düşünmemektedir. Klein’a göre küçük Dick, psikotik bir yapının emarelerini göstermektedir ve bu yorumu belirleyen de bu varsayım olmuştur. Bu noktada Lacan da Dick’in kimi sözcükleri telaffuz edebildiğine, dolayısıyla “kendi seviyesinde” de olsa bir gösterebilme becerisine sahip olduğunu vurgular. Ne var ki bu beceri oldukça sınırlıdır. Zira Lacan’a göre Dick’te Bejahung’dan eser yoktur. Lacan’ın bu yorumu, Klein’ın Dick’in psikotik olduğu yönündeki düşüncesiyle uyumludur. Şimdi, Lacan’ın 1. Seminer’in önceki haftalarında Bejahung’dan nasıl bahsettiğine dönelim.


Esasında bu konu, yani Bejahung konusu, bir önceki Seminer’de Benlik ve yanlış tanıma vesilesiyle gündeme getirmiş olduğumuz bir konuydu. Sizlere Lacan’ın Benlik’i Bejahung ve Verneinung’tan müteşekkil bir yapı olarak tanımladığından bahsetmiştim. Lacan’a göre (burada 1. Seminer’de “Kurt Adam’dan” bahsettiği kısa bir bölüme atıfta bulunuyorum), die Verneinung, yani olumsuzlama (negation), esasında, yeniden-olumsuzlamadır (denegation). Dolayısıyla, esasında, bastırmanın hiçbir zaman ilelebet ortadan kalkmamasının doğal sonucu die Verneinung’tur. Bejahung ise, esasında, Özne’nin semboliğe girişidir. Yani, olumsuzlamanın olumsuzlaması “olumlama” değildir. Olumsuzlamanın olumsuzlaması, yani denegation, yani die Verneinung, bastırmanın ortadan kalkması değildir. Bu sebeple Kurt Adam’da söz konusu olan şey, aslında, bir olumsuzlama değil reddetmedir, kastrasyonun reddidir bu. Yine de yalnızca buna dayanarak ona psikotik denemez, sadece psikotik bir evreden geçmektedir. 2. Seminer’inin IV. Oturum’unda Lacan şöyle söyler: “Görüyorsunuz ki belli bir düzeyde öznenin yapılanmasını belirlese bile ben imgesel bir işlevden başka bir şey olamaz.” Şimdi, yine aynı oturuma atıfta bulunarak, Dick vakasını Lacancı bir dil ile izah edelim: “Bir mübadelenin, bilgi değil de tanıma olan bir şeyin tesis edilmesi için simgesel sistemin ben imgesinin koşullandırdığı sistemin içine girmesi gerekir.” Sunduğumuz bu teorik çerçevenin neticesinde Dick vakasını “imgesel”de takılmış bir vaka olarak değerlendirebilmemiz mümkün hâle gelir. Agresivitesini eyleme dökemediği için, Klein’ın tabiri ile kastrasyon kaygısını tolere edebilecek sembolik donanımdan yoksun olduğu için, hesaptan düştüğü şey, dil, yani Sembolik olmuştur. Klein küçük Dick’in başkalarına karşı “tamamen kayıtsız” olduğunu “referans” olarak değerlendirilebilecek sosyal girişimlerde bulunmadığını bildirir. Çünkü, Lacan’dan aktardığımız üzere, referans, yani “tanınma”, ancak Sembolik girişimler ile vuku bulabilecek olan bir olgudur. İşte Klein’ın Dick’e yapmış olduğu ilk yorumun ortaya çıktığı durum, böyle bir durumdur. Dick, Lacan’a göre (1. Seminer, 7. Oturum) hiçbir çağrıda bulunmaz. Lacan şöyle söyler: “Konuşma onda mevcut değildir. Dil onun oldukça sınırlı olan – trenlerin, kapı kollarının, karanlığın değerlendiği – imgesel sistemine yapışmamıştır. Onun fakülteleri iletişim değil ifade fakülteleridir ve bununla sınırlıdır. Onun için gerçek ve imgesel eşittir.”


Tüm bunların neticesinde Lacan bu vakayı şu formülün harikulade bir tezahürü olarak okur: Bilinçdışı ötekinin söylemidir. Klein’ın “Dick’in bilinçdışına erişebilmesini sağlayan” yollar, Lacan tarafından yukarıda sunmuş olduğumuz değerlendirme ve meşhur formülünün bir doğrulaması olarak işte böyle açıklanır. Bir insanı hümanize eden şey, dildir. Bunu “Ayna Evresi” hakkında gerçekleştirdiğimiz sunum ile mukayese etmeyi sizlere bırakıyorum.


Klein’ın Ödipal karmaşanın öncesine yerleştirdiği sadizmi formüle ediş biçimini Lacancı bir çerçevede imgesel ile sembolik arasındaki ilişkiye yerleştirebilmiş olduk. Bu da bizim teorik pozisyonumuzu Kleincı “Ego gelişimi” çizgisinden ayırmış oldu. Elbette ki bu ayrım için daha çok açıklama ve örnek sunmak icap edecektir. Şimdilik sunduklarımızla yetineceğiz. Artık Lacan’ın “Psikanalizde Agresivite” metnine geçebiliriz. Hafta içerisinde Lacan’ın bu metinde öne sürmüş olduğu 5 tezi sizlere iletmiştim. İlkiyle başlayalım: “Agresiflik tam da yapısı gereği kendisini öznel bir tecrübe olarak gösterir.”


Lacan’ın makalesi, psikanalitik eylemin temellerinin altının çizilmesi ile başlar. Psikanalitik eylem sözel ve diyalektik bir eylemdir. 1. Seminer’in 27 Ocak 1954 tarihli oturumundan alıntılıyorum: “Özne için problem teşkil eden şey, onun anlamı reddetmesidir. Bu anlam onun önüne serilmemelidir, onun tarafından varsayılmalıdır.” Burada, analitik çalışmayı ve diyalektiği sürdürecek olan şeyin Özne’nin payına düşen bir “varsayma” işlemi olduğunu görebiliyoruz. Bunun Freud’un dilindeki karşılığı, onun analizanlarına “serbest çağrışımın mahiyetini açıklamak” yönündeki girişimleri idi. Serbest çağrışım anlatıldığı takdirde anlaşılamayacak olan bir şey değildir. Ama anlaşılması onun tatbik edildiği anlamına gelmez. Analizanların bu garip sözel eyleme dahil olabilmesi vakit alır ve kimi zamanlarda bu gerçekleşmez bile. Kimi durumlarad “erkenden sona eren” görüşmeler, analizan tarafından öfkeyle karşılanabilir. “Çok kabaydınız!” ya da “Hat mı kesildi, acaba?”… Ahlâken nahoş kabul edilebilecek olan bu tavrın çalışmanın etiğine hizmet ettiği bir gerçektir ve zamanla farklı hususların çalışılabilmesine zemin hazırlamasını ümit ederiz. Ahlâkî seviyede takılıp kalmak, nihayetinde, ancak imgeselin aktif olduğu bir düzlemde çalıştığımız manasına gelebilir. 


Lacan’ın 2. Tez’ine geçelim: “Agresiflik analizde kendisini agresif bir niyet ve bedensel bir yerinden edilme olarak sunar ve bu biçimlerde etkili olduğunu kanıtlar.” Bu tezde öncelikle şunun altını çizebiliriz: Analizde agresiviteden bahsediyor oluşumuz, analizan tarafından tatbik edilecek agresif bir eylemde, örneğin bir şiddet gösterisinde tecessüm etmek durumunda değildir. Lacan agresivitenin hissedilebileceği talepkâr durumları şöyle sıralar: Duraksamalar, dil sürçmeleri, düşlemsel korkular, tereddüt, anlatıda kusurlar, seans iptalleri ve gecikmeler ve öfkeli tepkiler. Tüm bunlar, agresivitenin görünümleri olmak zorunda değildir ama olabilme potansiyelini taşırlar. Freud, örneğin, analizanın anlatısındaki kesintilerin ve sessizliklerin analistin şahsına dair çağrışımların geri tutulması olabileceğinin altını çizer.


Bu bölüm, Lacan’ın agresivite ve onun imgeler ile ilişkisini vurguladığı bir bölümdür. “Bir ebeveynin cezalandırıcı imgesi,” der örneğin, “fiziksel cezadan çok daha geniş çaplı sonuçlara meydan verebilir.” Lacan agresiviteyi temsil ettiğine inandığı imgeleri “parçalı bedenin imagoları” adını verdiği bir başlık altında ele almayı önerir. Bu imgeler arasında kastrasyon, hadım etme, sakatlama, parçalama, içinin boşaltılması, yutulması ve bedenin patlayarak açılması gibi imgeler bulunur. Lacan analizi davranışçı teamüllere indirgemenin, özdeşleşmede son derece önemli bir rol oynayan imgesel düzlemi ıskalamak ile sonuçlanacağını bildirir.


Üçüncü tez şu şekildedir: “Agresifliğin temel kaynakları analitik tekniğin gerekçesini belirler.” Bu son derece önemli bir tezdir ve çok yine çok önemli bir sorgulama ile başlar: Diyalog Sokrates’ten bu yana agresiviteden vazgeçmenin bir yolu olarak görülmüştür. Lâkin diyaloğun kati suretle bu sonucu vermiyor oluşu Platon’un Devlet diyaloğunda Thrasymachus’un öfkeli çıkışlarında dahi ortadadır. Öyleyse Freud, “diyaloğa” ne eklemiştir?


Klinik tecrübe bizlere bu üçüncü tezin, ilk tezi açıklamak için kullandığımız örnekler ile ilişkisini hemen gösterecektir. Analizanın analitik çalışmanın bir “diyalog” olmadığının farkına varışı, öncelikle ve neredeyse kaçınılmaz olarak öfkeyle karşılanır. “Hep böyle susacak mısınız? Bir şeyler sormayacak mısınız? Bazen bir şeyler söyleseniz, hiç de fena olmaz…” Lacan şöyle yazar: “Kendimizi kişiliksizleştiririz ve ötekine bir geçişsizlik ideali sunmaya çalışırız.” Şimdi, bunun, Türkçeye her ne hikmetse yanlış bir şekilde çevrilen ve bu yanlışlığı içerisinde çok sevilen “dalgalı dikkat”i çağrıştırabileceğinin bilincindeyim. Bu “dalgalı dikkat” olarak Türkçeleştirilen hadise, Freud’un 1912 yılında kaleme aldığı ve zannımca pek de okunmayan bir metninde geçiyor: “Psikanaliz Uygulayan Hekimlere Bazı Tavsiyeler”. Sizlerden ricam, bu metni okuyun. Okuduysanız, tekrar okuyun. Derneğimizin web sitesinde bu metne dair bir yazım bulunuyor, ona da başvurabilirsiniz. Dalgalı dikkat gibi bir ifadenin Freud’un söyledikleriyle ilgisi yoktur.  Şimdi, bağlamımızı muhafaza edebilmek adına, sizlere Lacan’ın 1955 yılında yaptığı “Freudcu Şey” başlıklı konuşmasından bir paragraf çevireceğim:


Bu analistin analizin diyalektiğine büyük ö ile Öteki olduğu yerlerde sessizliğiyle yahut küçük ö ile öteki olduğu yerlerde kendi direncini iptal edişiyle ölüyü oynayarak, Çinlilerin deyişi ile konumunu kadavralaştırarak, somut bir şekilde dahil olduğu anlamına gelir. Her iki durumda da, sırasıyla sembolik ve imgesel olan etkiler yoluyla analist analizin diyalektiğinde ölümü mevcut kılar.


Yine de her iki düzlemde de eylemini tanımalı ve ayrıştırmalı, niçin müdahale ettiğini, hangi anda fırsatın kendisini sunduğunu ve ona nasıl tepki göstereceğini bilmelidir.


Görebileceğiniz üzere, burada “dalgalı” hiçbir şey yoktur. Analistin sessizliği ve kadavrası dahi imgesel ve sembolik olarak iki ayrı düzlemde analitik diyalektiğe dahil olabilir. Lacan’ın “Psikanalizde Agresivite” metninde, Freud’un “Sonlandırılabilir Sonlandırılamaz Analiz” (1939) makalesi ile beraberce düşünülebilecek, onu doğrudan anımsatan satırlar mevcut. Okur, örneğin İngilizce çevirinin 87. sayfasının 5. paragrafını inceleyebilir. Belki bir sonraki Okul seminerimizi bu ilişkiyi irdelemeye hasrederiz. Şimdilik devam ediyorum.


Lacan şöyle yazıyor: “Yine de öznenin agresifliğinin bize yönelecek şekilde ortaya çıkartmak zorundayız zira biliyoruz ki olumsuz aktarımı biçimlendiren agresif niyetler (Lacan yukarıda bu niyetleri nerelerde görebileceğimizi sıralamıştı) analitik dramanın açılış düğümüdür.”  Bu elbette ki hastayı kasıtlı bir biçimde öfkelendirmek, ona kabalık etmek, onu tahrik etmek ve benzeri anlamlara karşılık gelmemektedir. Lacan’ın ifadesini bu şekilde yorumlamak, bu ifadeyi imgesel bir düzleme sıkıştırmak manasına gelir. Aksine, Lacan’a göre, analistin payına düşen öznenin bize yöneltmek için hazır kıta beklediği agresivitesini destekleyecek herhangi bir malzemeyi ona sunmamaktır. Bu sebeple analist, örneğin, sessizliğiyle sunduğu yorumunu da gereğince formüle etmelidir. Analizanın imgesel aktarımının analisti tarafından kontrol altına alınmasını sağlayacak olan şey, analitik sürecin bu aktarımı biçimlendiren sembolik işi (Lacan’ın kullandığı ifade: subduction) takip edebilmesidir. Lacan’a göre “bastırma sürecindeki bir kaza neticesinde benliğin kontrolündeki belirli bir işlev ya da beden parçası dışlanabilir. Bu dışlanan parça kişiliğin şu ya da bu ajanına biçim verecektir.” Burada, Klein’ın benliği nasıl formüle ettiğini hatırda bulundurmak yerinde olacaktır. Lacan hem 1948 yılında yayınlanan bu makalede hem de, örneğin, 2. Seminer’inde açık bir dil ile benliğin formülasyonu hususunda Freud’un onu “Algı-Bilinç” olarak değerlendiren görüşlerinden ayrıldığını bildirir. Lacan için imgesel bir işleve tekabül eden benliği ancak Olumsuzlama’nın yapısı ile beraberce düşünebiliriz; bu onu psikanalitik teoride fenomenolojik olarak yerli yerine oturtabilmenin Lacancı koşuludur.


Diğer bir yandan, yukarıda alıntılamış olduğum kısım, yani Lacan’ın “benliğin dışlanan bir kısmı ya da işlevi” olarak sunduğu açıklamanın imgesel olan ile münasebeti, dikkatli Freud okuyucularına Freud’un 1926 tarihli “Ket vurmalar, Belirtiler ve Kaygı” başlıklı metnini anımsatmıştır. Bu uzunca makalenin hemen ilk bölümünü inceleyebilirsiniz. Bastırmadaki bir kusurun neticesinde benliğin nasıl “küçülmeye” gittiğini Freud’un tarif ettiğini göreceksiniz. Freud bunları kendi “ekonomik teorisi” çerçevesinde açıklar. Bu ekonomik teori vurgusunu unutmayınız. Lacan’ın bir sonraki adımı hesaba katıldığında alelade olmadığını göreceksiniz. Libidodan bahsedeceğiz.


Lacan’ın 4. Tez’ine geçelim: “Agresivite insan benliğinin biçimsel yapısını ve onun dünyasının karakteristik varlıklarını belirleyen, benim adına narsisistik özdeşleşme dediğim şeyle ilgili bir eğilimdir.” Klein’dan aktarmış olduğumuz vakanın bir psikoz vakası olduğu düşünüldüğünde, bu tez içerisindeki “narsisistik özdeşleşme” ifadesi bizler için dikkat çekicidir.  Burada çok önemli bir adım var. “Şimdiye dek”, diyor Lacan, “fenomenolojik bir düzlemdeydik. Agresiviteye dair öznel tecrübeleri aktardık. Şimdi, niyetin öznelliğinden agresiviteye yatkınlık kavramına geçmek bizi fenomenolojik düzlemden metapsikolojik düzleme ulaştıracak.”


Bu bölüm Lacan’ın benliğin yapısını agresivitenin paranoid ve paranoyak psikozlardaki görünümleri ile beraberce okuduğu bölümdür. Bu bölümü referans alarak Lacancı düşünce ile Klein’ı mukayese edebilir hâle geliriz. Bunu yapabilmek için sizlere bu bölümden bir paragraf alıntılayacağım.


Sosyal davranışların fenomenolojik anları olarak zulüm duygularının anlamını hayranlık uyandırıcı bir şekilde ortaya koyan Janet, bu anların ortak özelliğini, yani bir filmin ortasında aniden durdurulan oyuncuların yüzlerindeki tuhaflığa benzer şekilde, bu anlardan birinde durgunluk tarafından oluşturulduklarını keşfetmemiştir.


Lacan tarafından Janet’ye ilişkin bu değerlendirmeyi, onun Dick vakasını nasıl ele aldığı ile beraberce düşünebilmek mümkündür. Sunumumun önceki kısımlarında sizlere aktarmış olduğum üzere, Lacan Dick için gerçekliğin fikse olduğunu söyler. Evet, kimi sembolik becerilere sahiptir ama onda Bejahung’tan eser yoktur. Dolayısıyla, Freudcu terimler ile ifade edecek olursak, kullandığı temsiller sembolik geliş gidişlerden nasibini almamıştır. Kastrasyon namevcuttur zira, Klein’ın ifadeleri ile, Dick için dehşet verici bir ihtimal olan kastrasyon tolere edilemeyecek bir tecrübe olarak kalmıştır. Freud’un “bir paranoyak ile gerçeklik hakkında tartışmayın” uyarısının kaynağı budur. Burada tartışmaya açık hiçbir şey yoktur. Bir başka gerçeklik ihtimalinin önü kapanmıştır. Bir nevrotik için durum bundan farklıdır, Lacancı bir deyişle, bir nevrotik için bir “sembolik çok seslilik” mevcuttur. Peki, sembolik çok sesliliğin namevcudiyeti neye tekabül eder? Lacan’ın ele aldığımız makalenin 92 ve 93. sayfalarında tartıştığı konu budur. Biz bunu onun aynı çizgideki bir başka açıklaması ile açalım. 1. Seminer’in 13. Oturum’unda Lacan şöyle yazar:


Başlangıçta, dilin öncesinde, arzu yalnızca speküler evrenin imgesel ilişkisi düzleminde mevcuttur, yansıtılmıştır, ötekinde yabancılaşmıştır. Tahrik ettiği gerilim, bir sonuçtan yoksundur. Yani, bize Hegel’in öğrettiğinden başka bir sonuçtan, ötekinin yıkımı dışındaki bir sonuçtan, yoksundur.


Öznenin arzusu, yöneldiği nesne açısından, bu ilişki içerisinde yalnızca rekabet yoluyla, öteki ile mutlak bir rekabet yoluyla onaylanabilir. Ve her ne zaman belirli bir öznede bu ilksel yabancılaşmaya yaklaşacak olsak, en radikal agresyon ortaya çıkar: öznenin arzusunu desteklediği müddetçe ötekinin ortadan kaybolması arzusu.


Vakit kaybetmeden Klein’ın makalesinin açılış bölümlerine dönelim ve Klein’ın ilksel sadizme ilişkin görüşlerinin bundan çok uzakları işaret etmediğini gösterelim. Klein bu sadizme ilişkin iki esas tehlike kaynağından bahseder. Bunlardan ilki, öznenin kendi sadizmidir. İkincisi ise saldırılan nesnenin teşkil ettiği tehlikedir. Klein’a göre öznenin kendi sadizminin “sınır dışı” (expulsion) edilmesi gerekir, saldırılan nesneden gelecek tehlike karşısında yegâne çözüm vardır: ötekinin yıkımı. Klein, Lacancı-Hegelci çizgiden çok uzakta değildir. Klein’da eksik olan, Freudcu metapsikolojidir.


Lacan’ın metninin “benlik problemini” irdeleyen kısımlarını müsaadenizle geçiyorum. Bu çok kıymetli kısımlardan bir paragrafı sizler ile gruptan paylaşmıştım ve tartışılan konuları da esasında size bir önceki seminerimizde kısaca da olsa özetlemiştim. Bugünkü sunumumu çok uzatmamak adına benim de biraz ekonomik olmam gerekiyor. Kemer sıkalım.


Makaleyi özetlediğine inandığım harikulade bir paragraf bulunuyor. Bunu sizlere naklederek devam etmek isterim:


Bir bireyin tüm genetik evrelerinde ve insani başarısının her derecesinde, öznenin bu narsisistik anını, libidinal bir hayal kırıklığıyla hesaplaşmak zorunda olduğu bir önce ve normatif bir yüceltme içinde kendini aştığı bir sonra olarak buluruz.


Böylelikle 5. ve son teze gelebiliriz: “Bu agresiflik kavramı, bilhassa uzamsal kategoriye istinaden bize onun modern nevroz ve uygarlıktaki hoşnutsuzluktaki rolünü idrak etme imkânı verdiği nispette, insan benliğinin niyetli koordinatlarından birisidir.” Sizlere Lacan’ın uzamsal derken kastettiği perspektifin ne olduğunu gruptan gönderdiğim bir mesaj vesilesiyle açıklamıştım. Lacan burada, kısaca yinelemek gerekirse, semptomların oluştuğu imgesel düzlemden bahsetmektedir. Bu son tez, psikanalizin güncelliğini tartışmanın öyle ya da böyle sorumluluğunu alması gereken her birimiz için fevkalade önemlidir. Lacan’a göre agresivitenin uygarlığımızdaki üstünlüğü, gündelik yaşama dair ahlâkın (etiğin değil!) gücün erdeminden geçiyor oluşunda aşikârdır. Bu Tez, bizim sunumumuz boyunca değindiğimiz Lacancı-Hegelci çizginin açıkça görüldüğü kısımdır.  Bu vesileyle Lacan’ın son derece dokunaklı kapanış satırlarını sizlere aktararak ben de sunumumu sonlandırmak isterim.


Modern toplumun bu “özgürleşmiş” kişisindeki bu kırılma, ondaki muazzam büyüklükteki çatlağın varlığının en derinlerine kadar uzandığını ortaya çıkarır. Bu onun işlevsel ketlenmelerindeki histerik/hipokondriyak semptomlar, diğer insanlar ve dünyaya yönelik derealizasyonlarının psikastenik biçimleri ve başarısızlık ve suçun sosyal sonuçları ile giden, kendini cezalandırıcı bir nevrozdur. Bize geldiğinde onu kabul ettiğimiz kişi, insanı en zorlu toplumsal cehenneme mahkûm eden prangalardan kurtulan bu dokunaklı kurban, bu masum kaçaktır; o, gündelik görevimiz içerisinde, asla yeterince karşılayamadığımız gizlik bir kardeşlik içerisinde ona kendi anlamının yeni bir yolunu açtığımız hiçliğin varlığıdır.


Bu satırlar sizlere “kadavralaşan” ve “ölüyeyazan” sessiz analistin konumunu anımsatmışsa, bugünkü sunumun bir anlamı olduğuna kendimi inandırabileceğim.

 

Teşekkür ederim.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Psikanalitik Çerçeve

Bu metin 07.09.2025 tarihinde An Psikoloji'de kendilerinin "Aktarım Günleri" başlığını taşıyan etkinlik dizisi kapsamında düzenlenen...

 
 
 

Yorumlar


© 2025 by İbrahim Şahin Ateş

bottom of page