Psikanalizin bir takdimi
- İ. Şahin Ateş
- 24 May
- 13 dakikada okunur

Bu metin 28.11.2024 tarihinde Dr. Çılga Beril Yavuz'un daveti üzerine İstanbul Aydın Üniversitesi'nde gerçekleştirmiş olduğum sunuma aittir. Bu davet, bu dersin çeşitli bölümlerden gelen öğrencilerine Lacancı psikanalizi takdim etmem için yapılmıştı.
Herkese merhaba,
Bugün, sevgili Beril Hoca’nızın konukseverliği vesilesiyle sizlere bir sunum yapabilme imkânına eriştim. Jacques Derrida, 1996 yılında “Konukseverlik Üzerine” başlıklı bir konferans dizisi sunar. Bu konferansları dinleyen Anne Dufourmantelle (kendisi, trajik bir şekilde, boğulmakta olan iki çocuğu kurtarmaya çalışırken hayatını genç yaşta kaybetmiş bir filozof ve psikanalisttir), bu konferanslara cevaben yazdığı “Davet” başlıklı metinde şöyle söyler:
İbranicede “zaman hâsıl etmek” ile “davet etmek”in aynı şey olması, zaman elde etmek için iki kişi olmak gerektiğini; daha doğrusu ötekinin olması, kökensel öteki tarafından kapının zorlanması gerektiğini gösteren bu tuhaf dil zekâsı neyin nesidir? Gelecek, bize ötekinden gelen, tamamıyla şaşırtıcı olan olarak sunulur. Bu durumda dil benimle öteki arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaz, bilakis derinleştirir.
Bu harikulade satırları, bugün bir konuk olduğum için sizlere aktarmadım, yalnızca. Elbette ki bununla bir ilgisi var, bu açık. Fakat bununla birlikte, merhum filozofun bir başkasının “kapıyı zorlayışının” İbrani dil geleneğinde zamanın yaratılışına karşılık geldiğine ilişkin görüşü, bugün bizi fazlasıyla ilgilendiriyor olacak. Göreceksiniz, Sigmund Freud’un eseri, öncelikle bir tarihyazımıdır. Bir Özne’nin şahsî tarihini gündemine alabilmesini mümkün kılabilecek gündelik olanakların klinik bir ortamda vukuu ve takibi ile karakterizedir. Bu sebeple, örneğin, Freud 1915 ile 1917 yılları arasında Viyana Üniversitesi’nde verdiği Psikanalize Giriş Konferansları’na, dil sürçmeleri, sakar eylemler, unutmalar ve benzeri gündelik durumların nasıl olup da bir araştırma nesnesi olabildiğini dinleyicilerine aktararak başlamıştır. Freud gözümüzden kaçabilecek, kendilerine herhangi bir önem atfedilmeyen ama diğer bir yandan da “kapıyı zorlayan” bu tecrübelerin birden fazla şeyi işaret edebileceğinden şüphelenmiştir. Bu şüphe Freud’u “bilinçli olan ile zihinsel olanın aynılığını” verili kabul etmekten alıkoymuştur.
Tabii, takdir edersiniz ki böylesi bir önerme, yani “ruhsallık bilinçten ibaret değildir” önermesi, önü arkası olmayan, “bence böyle” diyerek kendi konumunuzu işaret edebileceğiniz bir önerme değildir. Zira Freud duyum, algı, bellek, bilinç, düşünme ve yargılama gibi psikoloji açısından “bilişsel”, felsefî olarak ise “fenomenolojik” konu başlıklarını gündeme getiren elbette ki “ilk” düşünür değildi ve onun da psişik aygıta dair bu görüşünü temellendirdiği ve psişik aygıtın farklı katmanlarını ilgilendiren bir kavrayışı bulunuyordu. Psikanaliz ile meşgul olduğu yaklaşık 40 yıl boyunca Freud bu kavrayışını geliştirmeyi sürdürdü.
Freud’un 1900 yılı öncesi gerçekleştirdiği ve genellikle “erken” olarak sınıflandırılan çalışmaları, benim şahsen çok kıymetli bulduğum ve Türkçede tartışmaya açılabilmeleri adına birkaç yılımı ayırdığım eserlerdir. Bugün bu eserlere “kısaca” değinmeyi doğru bulmuyorum. Bunlar yalnızca kendilerine ayrılmış dersleri ve uzun tartışmaları gerektirirler. Bu sebeple sizlere psişik aygıt şemasının erken görünümlerini zamanımızı verimli kullanabilmek ve bugünkü gündemimizin sınırlarını belirginleştirebilmek adına nakletmeyeceğim. Bana ulaşan davet, sizlere Jacques Lacan’ın Freud’un eserine katkılarını tanıtmam, en azından bunlar için bir giriş sunmam talebini içeriyordu. Ben de bu doğrultuda, sizler ile Freud’un 1914 yılında yayınlamış olduğu “Narsisizm Üzerine” makalesi hakkında söyleşmeyi uygun gördüm. Zira bu makale, Jacques Lacan’ın tabiri caiz ise “Freud’a dönüşünü” başlattığı ilk iki seminerinde Lacan’ın Freud’un metapsikolojisi üzerine yerleştirdiği kendi topolojisini açıklayabilmek adına pek çok kez başvurmuş olduğu bir metindir.
Öncelikle bu çalışmayı kronolojik bağlamına oturtalım. James Strachey’e göre Freud bu makaleyi 1913 yılında hazırlamaya başlar ve ilk taslağını da 1913’ün Eylül’ünde tamamlar. 1914 Mart’ının sonunda da makale bugün bildiğimiz hâline kavuşur. 1. Dünya Savaşı’na 4 ay vardır. Bu niçin önemlidir? Theodor W. Adorno, 1951 yılında yayınlanan “Freudcu Teori ve Faşist Propagandanın Örüntüsü” başlıklı metninde şöyle yazar:
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Freud’un dikkatini narsisizm ve özel olarak da benlik sorunlarına çevirmesi tesadüfî değildir. Bu mekanizmalar ve dürtüsel çatışmalar, söz konusu çağ içerisinde giderek daha önemli bir rol oynarken, uygulamacı analistlerin ifadesine göre, yönteme model teşkil eden, Charcot'nun histeriyle klinik olarak ilgilendiği ve Ibsen'in bunu bazı oyunlarına konu ettiği konversiyon histerisi gibi “klasik” nevrozlar, Freud'un kendi gelişim dönemine kıyasla artık daha az görülmekteydi.
Yani, tarihsel koşullar psikanalitik kliniği ve dolayısıyla Freud’un sorularını şekillendirmekteydi. Adorno’nun Freud’un bu yıllarda bilhassa narsisistik mekanizmalar ile ilgilenmeye özen gösteriyor oluşunun altını çizmesi ise bence, Lacan’ın dilinde, şöyle karşılık bulur (1. Seminer’in 13. Oturum’u): “Başlangıçta, dilin öncesinde, arzu yalnızca speküler evrenin imgesel ilişkisi düzleminde mevcuttur, yansıtılmıştır, ötekinde yabancılaşmıştır. Tahrik ettiği gerilim, bir sonuçtan yoksundur. Yani, bize Hegel’in öğrettiğinden başka bir sonuçtan, ötekinin yıkımı dışındaki bir sonuçtan, yoksundur.” Savaş ve ötekinin yıkımı kapıdaydı ve Freud bir yandan “benliğin oluşumunu” diğer bir yandan da “niçin sevmemiz gerektiğini” anlamaya çalışıyordu. Lacan’ın ifadesindeki “dilin öncesi” vurgusunu idrak edebilmek namına, öncelikle, Freud’un makalesine biraz daha yakından bakalım.
Şimdi, Freud şöyle yazar: “Histeri ya da takıntılı nevrozdan yakınan bir hasta da hastalığının kapsamı ölçüsünde gerçeklikle (Alm. Realität) ilişkisini terk etmiştir. Ama analiz bu insanların (parafreniklerin aksine) diğer insanlar ve şeylerle erotik ilişkilerini hiçbir biçimde kesmediğini gösterir.” Bu insanlar, çeşitli sebeplerle dış dünyaya ilişkin kaybettikleri ilgilerini kaynağını bellekte bulan[1] imgesel ikameler ile telafi edebilmekteydi. Ya diğer insanları doğrudan bu şekilde ikame ediyor ya da imgesel içeriği dış dünya ile birleştirmek suretiyle düşlemler oluşturuyor ve böylelikle bir yandan herhangi bir motor faaliyeti askıya alıyor diğer bir yandan da Realität karşısında bir kayıtsızlığa bürünmüyorlardı. Peki, söz konusu şizofreni olduğunda, “dış nesnelerden geri çekilmiş olan” libidoya ne olur?
Freud cevabın “megalomani”de olduğunu söyler. Yani, şizofreni durumunda geri çekilen yükler imgesel ikamelere değil benliğe döner. Dolayısıyla şizofrenide Realität ile nevrotikler için geçerli olan ilişki mevcut değildir. Bunun sebebi ise (sanılabileceğinin aksine) şizofrenide, nevrotikte geçerli olan benlik yapılanmasının namevcudiyeti değildir. Nevrotikler için Realität ile ilişkiyi sürdürmeye vesile olan şey, kaynağını bellekte bulan imgesel ikameler iken bir psikotikte bu, buna en yakın ihtimalle, söz konusu olan paranoya olduğunda sanrılı yapıların oluşumu olabilir. Nevrozların aksine, şizofrenide nesne muamelesi yapılan şey, sözcüğün ta kendisidir. Hegelci kavramlar ile şizofrenin sense-certain’dır ve Freud buna onun Verneinungslust’u, yani “değilleme-sevdası” der. Fakat bu sevda, Hegelci bir şekilde diyalektize eden bir sevda değil, yok eden, ortadan kaldıran, peşinen reddeden bir sevdadır. Bir kara sevdadır. Yeni bir şey üretmesi, bir yanı olumsuzluk olsa dahi yeni bir şey üretmesi mümkün olmayan bir sevdadır. Psikanalist Jacques-Alain Miller, şöyle yazar: “Şizofrenik, kendisini söylemler aracılığıyla Gerçek’ten muhafaza etmeyen yegâne Özne’dir. Zira onun için Gerçek olan semboliktir.” Şimdi burada söz konusu olan Hegelci ve Freudcu ayrımı açıklayabilmek adına sizler için Tinin Fenomenolojisi’nin 59. Paragraf’ını çevirdim:
Uslamlama (İng. Argumentation) prosedürünün spekülatif düşüncenin karşıt olduğu ve daha fazla incelemeyi gerektiren iki özelliği vardır. Birincisi, böylesi bir muhakeme kavradığı içerik karşısında olumsuz bir tutumu benimser; onu nasıl çürüteceğini bilir ve onu yok eder. Bu şey, doğru değildir, yalnızca olumsuz bir sezgidir, kendisinin ötesinde hiçbir yeni içeriğe meydan vermeyecek olan çıkmaz bir sokaktır. Bir kez daha bir içeriğe sahip olabilmek için başka bir yerden yeni bir şeyin alınması gerekir. Uslamlama, boş "ben"e, kendi bilgisinin gösterişine yansımadır. – Bununla birlikte bu gösteriş, yalnızca içeriğinin gösterişini değil aynı zamanda bu sezginin beyhudeliğinin de gösterişidir zira bu olumsuzluk kendisindeki olumluyu görmekte başarısız olan olumsuzluktur. Bu refleksiyon kendi olumsuzluğunu kendi içeriği olarak alamadığı için hiçbir zaman meselenin yüreğinde/merkezinde/ortasında değil, daima onun ötesindedir. Bu nedenle boşluğu kurarak, içerik bakımından zengin her türlü sezginin her zaman önünde olduğunu düşünür. Diğer bir yandan, göstermiş olduğumuz üzere, spekülatif düşüncede olumsuz olan içeriğin kendisine aittir ve hem içkin hareket ve içeriğin belirlenimi hem de tüm bu sürecin bütünü olarak olumludur. Sonuç olarak bakıldığında bu süreçten ortaya çıkan şey, belirleyici olumsuzluktur ki bu da dolayısıyla olumlu bir içeriktir aynı zamanda.
Şimdi, Freud’un libidinal ekonomik durumunu nasıl izah ettiğini kabaca açıklamış olduğumuz megalomaniden niçin “yeni bir şey” çıkamayacağını, şimdilik kısmen de olsa, açıklamış olduk. Burada söz konusu olan şey olumsuzlama değil, olumsuzluktur. Fakat buna “olumsuzluk” deniyor olması, gündelik dilde bize çağrıştırabileceği şekilde, örneğin, olumsuz ya da tat kaçırıcı, neşesiz, hoşnutsuz bir durum olmasından kaynaklanmamaktadır. Freud’un metni de bu yönde verilen örnekler ile devam eder. Alıntılayalım: “İlkel insanlarda tek başlarına oluşurlarsa megalomaniye dahil edilebilecek özellikler buluruz: isteklerinin ve zihinsel eylemlerinin gücünü abartmak, “düşüncelerin gücünün her şeye yeterliliği”, sözcüklerin büyülü gücüne inanç ve bu şatafatlı öncüllerin ussal bir uygulaması olarak görünen dış dünyayla başa çıkmak için bir teknik – yani büyü.”
Görülebileceği üzere, burada, büyü de bizim için safi bir olumsuzluk demektir. Bu bir dünya görüşüdür. Kendisinden, kendisinden başka hiçbir şey yapılamayacak ve dahası kendisini kendisine eşit kabul etmemizi gerektiren bir dünya görüşüdür. Bu düşüncede aceleci davranıp ilkel insanları psikotik olarak yaftalamamak gerekir. Bu yüzden de Freud bu ilkel durumları ancak “tek başlarına” aldığımız takdirde, karşı karşıya kalacağımız şeyin megalomaniye benzer olacağının altını çizer. Büyüyü mümkün kılan bu zihinsel durumda, Freud’un, örneğin, 1905’te yayınlamış olduğu Espriler kitabında bahsettiğine benzer bir “sözcük plastisitesinden” bahsedilebilmesinin olanağı yoktur. Freud bu önemli kitabında sözcüklerin ve hatta onları bir araya getiren ses ve hecelerin kendilerinden herhangi bir şeyin yapılabileceği malzemeler olduğunu belirtir. Burada söz konusu olan, kelimenin tam manasıyla bir yapıp etme, yani Arbeit’tır. Bir espri işi, yani Witzarbeit, bu ses ve heceleri belirli şekillerde düzenlemek suretiyle yeni bir olasılığa meydan verir. Bu olasılık bir kez olsun dilinize bulaştığında, onu yok saymak artık neredeyse olanaksızdır. Günün birinde Homeros’un İlyada’sı için “İlyada roman olsun” şeklindeki Cenk-Erdem esprisiyle karşılaşmıştım ve o gün itibariyle “ille” sözcüğünü eskisi gibi duyabilme ihtimâlim kalmamıştı. Freud’un Espriler kitabı bu türden sürüsüne bereket örnekle doludur. Dünyayı bir an öncekinden biraz olsun farklı görebilmemize vesile olan her şey eşsiz bir katkıdır. “İlyada roman olsun” benim için ne “ille” edatını ne de İlyada’yı ortadan kaldırmıştır. Nitekim dünyayı değiştirmek için, öncelikle onu yok etmenize de gerek yoktur. Bir yap-boz oyununun en büyük sorunu, size yapmak ve bozmak dışında hiçbir imkân vermemesidir. Sonsuz kez yapıp bozabilir, hatta bu yapma sürelerinizi müthiş kısaltacak denli uzmanlaşabilirsiniz. Lâkin bu sizi ilk denemenizden hiç de uzağa götürmeyecektir.
Devam edelim. Şimdi, Freud’a göre parafrenik durumlarda kişinin kendisine dönecek olan libidinal ekonomik yüklerin muhatabı benliktir. Yani otoerotizm ve benliğin bir araya gelmesi, narsisizme meydan verir. Otoerotizm, yani cinsel girişimlerin kişinin bedeninden başka bir nesnesinin olmadığı ve aynı zamanda bedenin parçalarından herhangi birisinin bu hususta aşırı yüklenebileceği durumlar, benlikten eskidir. Bu otoerotik çağlar, insan yavrusunun açlık ve susuzluk gibi gereksinimlerinin karşılanmasını varsanılayabileceği devinimsel boşalımlarla, örneğin Freud’un 1911’de örnek verdiği şekilde, kol ve bacakların debelenmesiyle karakterizedir. Bunlar amaçsız hareketlerdir; yani yukarıda aktarmış olduğum olumsuzlama mantığı çerçevesinden düşünecek olursanız, “başka bir şeye” meydan verebilecek eylemler değillerdir. Bu aşamada beden bir bütünlükten yoksundur. Şayet Lacancı bir ifade kullanmak isterseniz, henüz beden bütünlüğünü tahsis edecek bir “Ayna Evresi” deneyimi mevcut değildir. Lâkin bu ne Freud ne de Lacan için bebeğin yalnızca fizyolojik çaresizliğinden kaynaklanır. Freud şöyle yazar: “Varsanı yerine ruhsal aygıt dış dünyada gerçek koşulların bir kavramını oluşturmak ve o koşullarda gerçek bir değişiklik yapmaya girişmeye karar vermek zorunda kalmıştı.” İşte gelişimsel düzlemde benliğin ve gerçeklik ilkesinin kuruluşu böylece gerçekleşmiş olur. Ama bu ilke, Freud sonrası araştırmacıların yaptığı gibi, haz ilkesi karşısında konumlandırılıp dış gerçekliğin mutlak ve kusursuz bir timsali olarak değerlendirilebilecek, dolayısıyla uygarlığımızın karanlık dürtülerimizi ehlileştirmek için geliştirmemize olanak sağladığı düşünsel bir girişim olarak değerlendirilemez. Lacan 2. Seminer’inin XIV. Oturum’unda şöyle söylüyor: “Ayna evresiyle neyi anlatmaya çalıştım? İnsanda kopuk, parçalanmış, anarşik olanın tamamen özgün bir düzlemde insanın algılarıyla ilişki kurduğunu… Ama bu imgenin bile birliğini ancak dışarıdan, öngörü üzerine algılar.” Ve algı, Lacan’a göre, “sembolik düzlem” olmadan olanaksızdır. Böylelikle 1911 gibi erken bir tarihte bile Freud’un kaleme aldığı bir metinde, imgesel bir işlev olarak benliğin kuruluşuna eşlik eden ve sahneye dahil olan sembolik düzlemi bulabiliriz. Koşulların bir kavramını oluşturabilmek için, öncelikle onları adlandırmanız gerekir. Çocuğun neredeyse otistik denebilecek (Freud da bu tabiri kullanır) devinimi, böylelikle, bir tanınma imkânına kavuşur. Lacan da buna istinaden 2. Seminer’inin XII. Oturum’unda şöyle yazar: “İnsan için verimli bir şey, ancak bir nesne kaybı aracılığıyla meydana gelebilir.” İşte görüyorsunuz. Kayıp gibi bir şey, tam manasıyla olumsuz olarak değerlendirebileceğiniz bir şey, başka bir şeye meydan verebilir olması sebebiyle son derece verimli de bir şeydir. Freud’un bütün “olumsuzlama” mantığı bu kavrayış üzerine inşa olmuştur.
Böylelikle hem sizlere Freud’un 1914 metninde “benliğin” gelişimi dediği şeyin kısa bir açıklamasını hem de Lacan’ın Freud’a geri dönüşünü belirleyen temel dayanak olan topolojisini, yani imgesel, sembolik ve gerçekten müteşekkil olan topolojisini sunabildiğime inanıyorum. Ayrıca “benlik” hakkında konuşurken sizlere karakter, kişilik, tutum ve davranış gibi şeylerden bahsetmediğimi de hatırınızda bulundurmanızı rica ediyorum. Bunun bir sebebi var. Freud’da sizlere bahsettiğim bu şeylere ilaveten bir de kişilik ya da karakter yoktur. Dolayısıyla olur da birisi çıkıp size “psikanalitik kişilik kuramı” ya da “psikoseksüel kişilik gelişimi” gibi şeyler anlatacak olursa, naçizane önerim, kullandığı kaynakları bir soruşturmanızdır. Bakın bakalım kaç tane Freud var, eğer var ise. Biz işimize bakalım.
Böylelikle imgesel hakkında daha çok konuşmuş olduk. Semboliği de aynı dikkatle tatbik etmek gerekir. Bundan, yani sembolik düzlemden, sözde psikanalitik ortamlarda “dile giriş” denilerek bahsedilegeldiğini biliyorum. Elbette böyledir. Lâkin nihayetinde, hakikaten de insan yavrusunun hayatının bir anında, birdenbire “dille tanıştığını” kabul etsek bile, bu tek başına hiç de kâfi değildir. Çünkü dil dendiğinde ne denmiş olduğu, şu noktada, son derece muğlaktır. Örneğin “dilbilgisi” mi kastedilmektedir? Bir ölçüde, hakikaten öyledir. Ama yalnızca bir ölçüde, en fazla bir ölçüde. Derrida, “Freud ve Yazı Sahnesi” başlıklı makalesinde şöyle yazar: “Rüya gören kişi kendi gramerini yaratır. Kullanmakla yetineceği anlamlı bir malzeme ya da hazırda duran bir metin yoktur.” İşte bu durum, yani kişinin kendi gramerini yaratması, benim sizlere yukarıda “sözcüklerin plastisitesinden” bahsederken açıklamaya gayret ettiğim şeydir. Bu durumun en güzel örnekleri, Freud tarafından, üç büyük kitabı olan Rüyaların Yorumu (1900), Günlük Yaşamın Psikopatolojisi (1901) ve Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri (1905) içerisinde sunulur. Bu kitaplar içerisinde Freud takipçilerine pekâlâ gündelik deneyimleri göz önünde bulundururken dilin nasıl işe koşulabileceğinin bir izahını sunmaktadır. Freud’un dikkatini cezbeden şey, bu tecrübelerin “hangi anlamlara geldiğinin” nihai kararını vermek ve belki de anlamı tespit edilmiş bu hadiselerden bir derleme oluşturmak değil, tüm bunların nasıl olup da “ifade gibi bir şey” oluşturabildiklerini tespit etmektir. Nihayetinde Freud için (1917) arzu bir ifade (Alm. Ausdruck) biçimidir. Yani, biraz karikatürize bir ifadeyle, siz ne söylerseniz söyleyin, grameriniz arzunuz hakkında sırf bir şeyler söylemekte olduğunuz için çok şey ya da söylediklerinize ilaveten en bir şey daha söyleyecektir. Mecburen söylersiniz. Şimdi, sizlere yukarıda Lacan’ın faydalı şeylerin ancak eksiklerden çıktığından bahsettiği cümlesini aktarmıştım. İşte bu yüzden, hep fazlasını söylersiniz. İnsan ağzını açmayagörsün, mümkün değil sözünü bitiremez. Bu yüzden, bazen şöyle güzel bir duş alırken falan, 10 sene önceki tartışmayı sonlandıracak afili laflar bulursunuz. Lacan’a dönelim. Aynı Seminer’in XVIII. Oturum’unda bu kez şöyle yazar:
Varlık neyse ondan ibaret olsaydı sözünü etmemiz bile yersiz olurdu. Varlık bu eksiğe bağlı olarak var olmaya başlar. Arzu deneyiminde varlık kendini bu eksiğe bağlı olarak varlıkla ilişki içerisinde hisseder. Bu hiçbir şey olmayan ötenin peşine düşerek, kendinin bilincinde bir varlık duygusuna geri gelir ki o da şeylerin dünyasında kendi yansısından başka bir şey değildir. Zira varlık önünde duran ve aslında kendi kendilerini bilmeyen varlıkların refakatçisidir.
Lacan’a göre Freudcu alan arzunun alanıdır ve arzu da “konuşan insanların” varoluş biçiminden başka bir şey değildir. En nihayetinde Freud, metapsikolojisi içerisinde, arzunun tanımını “bir ifade biçimi” olarak vermiştir. Ona “bir şeyi istemek” ya da “bir şeye tutkun olmak” dememiştir. Vurgu istemek ya da istememekte değil, vurgu tüm bunların nasıl ifade edildiğindedir. Ve analizin amacı, yine Lacan’a göre, Özne’nin arzusunu adlandırabileceği bir çalışma alanı açmaktır. Analizanlar analistlerinden bir şey söylemenizi bekler, hep. Beklemekte haksız değildirler. Yaşadığımız dünyadaki her şey, bu beklentiyi meşrulaştırmakla ilgilidir. Tavsiye, övgü, eleştiri, kınama.. tüm bu beklentiler hiç de saçma değildir. Ama analist tarafından karşılanamazlar. Ama bu onların ciddiye alınmadığı anlamına gelmez. Ciddiye alınırlar. Ama çoğu zaman onlar hakkında söyleyecek bir şey yoktur. Bir analist, analizanının özel hayatı hakkında konuşamayacak kadar ahlâklı olduğu için mi böyledir? Kelimenin tam manasıyla bu konuda konuşmak onun işi değildir. Belki başkalarının işi tam olarak budur ama onunki bu değildir. Yani, bir yandan bugün sizlere naklettiğim tüm bir metapsikolojiyi göz önünde bulundurup diğer bir yandan da analizanınıza “Eh, biraz da rüyalarınıza bakalım mı?” diyemezsiniz. İsterseniz elbette deneyebilirsiniz. Yani, şayet böyle bir şey mümkünse, “kısmen psikanalitik” olmayı deneyebilirsiniz. Lâkin bunun hiçbir işe yaramayacağı açıktır ve Freud tarafından 1915’te dile getirilmiştir. Bunun tam tersi de elbette mümkündür. Yani, bazen meslektaşlarımız klinik çalışmayı analizanlarını “teorik olarak eğitmekle” karıştırmaktadır. Freud’un kendisinin bile psikanalizi keşfederken psikanaliz bilmediğini unutmayınız. Dolayısıyla, niçin analizanınızın bilmesi onun yararına olsun ki? Tüm bu girişimler analizan değil analist ile ilgilidir. Sorumluluğunu analistin almanız gerekir.
Sembolik düzleme geri dönelim. Aranızda dil ve edebiyat öğrencileri bulunduğunu biliyorum. Şimdi sizlere, Güney Amerikalı bir sosyal bilimci olan Ernesto Laclau’nun “Boş Gösterenler Siyasette Niçin Önemlidir?” başlıklı makalesinden birkaç satır aktaracağım. Bu satırlar Saussure ve genel olarak dilbilimin temel önermelerine ilişkin olacaklar. Laclau şöyle yazıyor:
Saussure’den biliyoruz ki dil (ve demek ki tüm anlamlandırma sistemleri) bir farklar sistemidir, dilsel kimlikler – değerler – tümüyle bağıntısaldır ve, sonuç olarak, her tekil anlamlandırma eyleminde, ayrılmaz bir şekilde dilin tamamı iş başındadır. Demek ki bütünlük, burada, özsel bir gerekliliktir – eğer farklar bir sistem oluşturmasaydı, hiçbir anlamlandırma mümkün olmayacaktı. Anlamlandırmanın mümkünlüğü sistemde, sistemin mümkünlüğü de kendi sınırlarında yatar, işte bütün mesele.
Saussure’ün dilbilim ve yapısalcı kuram üzerindeki etkisi malumunuzdur. Aynı zamanda, kendisi Freud’un çağdaşıdır da. Bununla birlikte Freud’un aksine Saussure (biraz da yazılı eserlerinin sayıca noksanlığı sebebiyle) yaşarken dikkat çekmemiştir ve ne yazık ki Freud hiç Saussure okuyamamıştır. Belki eşsiz bir karşılaşma olurdu, belki de olmazdı.
Şizofreni Freud için bilhassa nevrotik mekanizmaları açıklayabilmek adına eşsiz bir psikoz görünümüdür ve Freud’a göre şizofreniye bu görünümü sunan mekanizma, şu şekilde açıklanabilir: Freud 1915’te, yani “Narsisizm Üzerine” metninden bir yıl sonra, “temsil”, “imgesel düşünce” ya da “sunum” olarak Türkçeye çevrildiği ile karşılaşabileceğiniz Vorstellung’un mantığını “Bilinçdışı” makalesinde tartışmaya açmıştır. Dikkatinizi çekmek isterim: Makalenin gayesi bilinçdışı ile uğraşmaktır ama Freud bunun için bu Vorstellung’un mantığını anlamak zorunda kalmıştır. Yani psişik aygıtın yapısı, ancak bu temsil aracının yapısını idrak etmekle tartışılabilmiştir. Demek ki burada herhangi bir bilişsel beceriden vesaire bahsetmiyoruz. Bu Vorstellung’un dilbilimden etkilenen Lacancı terminolojide “gösteren” adını alacağını söylemem dikkatinizi cezbedecektir diye düşünüyorum. Velhasıl, Freud bu Vorstellung’u 2 parçaya ayırır: Şey temsilleri (Dingvorstellungen) ve sözcük temsilleri (Wortvorstellungen). Bu Freud’un afazi üzerine çalışmalarından miras kalan bir ayrımdır.
İşte, Freud’a göre nevrotik bir psişik aygıtın alametifarikası temsil mekanizmasının bu ikiliden müteşekkil olması ve bu ikisi arasındaki ilişkinin önceden belirli olmamasıdır. Yani, Witzarbeit ve Traumarbeit gibi bir çalışma, bir gösterene, Freud’un tabiri ile sözcüklerin plastisitesi neticesinde, “başka bir şey” yapabilir. Bu nevrotik bir imkândır. Konuşmamın başlangıcında sizlere olumsuzlamadan bahsederken tanıtmaya gayret ettiğim imkândır. Şizofrenide böylesi bir imkân Freud’a göre mevcut değildir. Psikozun bu görünümünde sözcükler şeyleri temsil etmez, şeylerin ta kendileridirler. Yani, Laclau’nun bizlere aktardığı şekilde farka dayalı bir bağlantısallık ve dolayısıyla adlandırma bu görünümde namevcuttur. Şöyle bir açıklama yapabiliriz: Şizofrenide dil bir sosyal araç olarak kullanılmaz. Örneğin Laclau, sizlere az önce aktardığım makalesinde, “boş bir gösterenin” politik mahiyetini tartışır. Laclau’ya göre boş gösteren, “tamı tamına, gösterileni olmayan bir gösterendir.” Yani, bir yandan hâlen gösterme işiyle meşguldür, diğer yandan ise kendisine bir gösteren ya da anlam iliştirilmiş değildir. Ama tam da bu sayede, politik bir imkândır. Dolayısıyla, sosyal de bir imkândır. Bu sebeple sizlere özellikle şizofreniden bahsediyor ve onun hakkındaki görüşlerimi tüm psikoz görünümleri için genelleştirmiyorum. Örneğin, paranoya hakkında konuşuyor olsaydık, yine bir sosyal girişimden bahsedebilir olacaktık; nevrotiğinki gibi olmasa da şizofrenide bulunmayan bir girişim. Nihayetinde, “boş” bir gösterenden bahsediyoruz ama görebildiğiniz üzere, “olumsuz” bir durumdan değil, olumsuzlanabilir bir durumdan, yani bir imkândan bahsediyoruz.
Geriye, esasında, adını vermeden de olsa açıklamış bulunduğumuz Gerçek kalır. Gerçeklik değildir bu. Örneğin bahsi geçen politik imkânlar, bir yandan, gerçekliklerdir. Bunları hem tecrübe hem de inşa ederiz. Bizim yapıp etmelerimizdir bunlar. Tam da boş göstereni boş kılan, dolayısıyla olumsuzlanabilir olması sebebiyle pozitif olan bir imkânsızlıktan doğarlar. Bunun Freud’daki karşılığı, “şey” temsili, Dingsvorstellung’tur. Jacques-Alain Miller’den aktarıyorum. Miller bize şimdiye dek hakkında pek çok Freudcu yorumda bulunduğumuz şizofreniyi Lacancı bir çerçevede tanımlayacak ve onun Gerçek ile münasebetine değinecek:
Şizofreniği nasıl tanımlayacağız? Şimdilik, Lacan’ı da takip ederek, onu özgüllüğü hiçbir söyleme, sosyal bağa yakalanmamış olmakta yatan özne olarak tanımlamayı öneriyorum. Şizofren olmadığımız zaman hepimizin yaptığı gibi, sembolik olan aracılığıyla kendini Gerçek olana karşı savunmayan tek öznenin bu olduğunu da ekliyorum. Kendini Gerçek olana karşı dil aracılığıyla savunmaz, çünkü onun için sembolik olan gerçektir.
Artık, Miller’in son cümlelerinin gerekçesine aşina olduğunuzu umuyorum. Hâlen biraz karmaşık yahut uzak geliyor olabilir. Bu sizi hayal kırıklığına uğratmamalı. Tüm bunlara biraz zaman vermeli ve ele aldığım metinleri bizzat tecrübe etmelisiniz.
Bugünlük bu kadar.
Teşekkür ederim.
[1] Burada şu dipnotu düşmek gerekir: Bu cümle, belleğin yapısının sabit olduğuna, yani “geçmişte kalan” olayların bir kaydını tuttuğuna atıfta bulunuyor gibidir. Bununla birlikte durum böyle olmaktan uzaktır. Freud 1896 gibi eseri açısından erken kabul edilebilecek olan bir tarihte dahi belleğin durmaksızın yeniden kurulan bir yapı olduğundan bahseder.
Comments