top of page

Yas ve Yazı

  • Yazarın fotoğrafı: İ. Şahin Ateş
    İ. Şahin Ateş
  • 6 Tem
  • 11 dakikada okunur
ree

Bu metin, 06.07.2025 tarihinde İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği’nde gerçekleştirdiğim sunuma aittir.

 

Herkese merhaba,


Şayet “anlam” olarak bellediğimiz şey, analizanlar ile paylaşılan bir gerçeklik, bir çeşit dünya görüşü yahut mantık ise onların gerçekleştirdiği ve analistlerin eşlikçisi olduğu çalışmanın böylesi bir boyuta ait olmadığı keşfi Freud’a aittir. Bu keşfi, Freud’un işaret etmiş olduğu metapsikolojik düzlemlerde sistematize eden ve analitik çalışmanın güzergâhını belirlemek söz konusu olduğunda, bu düzlemlerin ilişkisini soruşturmamız gerektiğini bildiren ise Jacques Lacan’dır. Bu hususta, Freud’un en temel uyarısı, analist adayının da bir bedel ödemesi gerektiğini işaret eder. Örneğin 1915’te, “Bilinçdışı” başlıklı makalede, Freud (yorumlayarak aktarıyorum), “Neden analizanın geleceğini kendi paranoyanız ile karıştırmakta ısrarcısınız ve söz konusu gelecek olduğunda, nasıl bu kadar eminsiniz, ne geleceğinden?” diye sorar. Psikanalizin temel amacı, analizanı, bir geleceğe açık kılmak değilse, nedir? Bugün sizlere, Freud’un “Yas ve Melankoli’si” ile birlikte, Jacques Derrida ve Geoffrey Bennington’ın beraberce kaleme aldığı bir kitaptan bahsedeceğim. Beraberce diyorum, zira bu kitap, iki yazarın bir sözleşmesine dayanır: Bennington, sayfanın üst kısmında, Derrida’yı izaha (Derrida’yı hiç doğrudan alıntılamadan) girişmektedir. Derrida ise her biri bir cümleye tekabül eden 59 dipnot ya da paragrafta, Bennington’ın pedagojik yahut mantıksal bir matrise oturtmaya çalıştığı eserini, bir yandan ölümün döşeğindeki annesinin haberini bekleyerek geleceğe açık tutmaya çalışmaktadır. Annesi ölümeyazmakta ve Derrida, yazmaktadır, yasını. Şöyle söylüyor Derrida:


… şayet onu ve okurunu şaşırtmayı başarabilirsem, bu başarı, başarının ta kendisi, yalnıza gelecek için değil aynı zamanda geçmiş için de geçerli olacaktır zira bu başarı gösterecektir ki gelmekte olan hiçbir yazı bir matris uyarınca yaratılamaz, tahmin edilemez, önceden kurulamaz…


Çalışma analizanlara, “buyurunuz” diyerek başlar ve neredeyse her zaman şu soruyla karşılaşır: “İyi ama nasıl başlayabilirim ki?” Bu soruda hafife alınacak hiçbir şey yoktur. Bu sorunun üzerini bilgiyle örtmek gibi nafile bir çaba, ancak ve ancak, çalışma için son derece kıymetli olan bu sorunun bir kez daha gündeme gelebilmesini geciktirecek ve daha kötüsü, belki de onu imkânsız hâle getirecektir. Analizanlarının başlangıç sorularını hafife alan tüm basiretsiz kulaklara söylenebilecek şey, Freud’un eserinin “bir şeye nasıl başlanacağı” konusunda hiçbir ders vermemiş olduğu olacaktır. Bir şeye yalnızca başlanır. Jacques-Alain Miller, bunun bir benzerinin Lacan’ın psikanalitik literatüre kattığı pass süreci için de geçerli olduğunu söyler: Pass’ı mümkün kılan, bir yandan, Lacan’ın onun “ne olduğunu” hiç açıklamamış olmasıdır. Yarınlarımız, yani analizanlar, geleceğin amnezyak şahitleri, şikâyet sevgileriyle psikanalize başvurduklarında analist onlar ile onların unuttukları için yeniden söyleyebilecekleri, yarından söyleyebilecekleri (ve şu anda biraz karından söyledikleri) bir geleceğin eşlikçisi olur ve sadakati, bilime, yani geleceğe imandan gelir. Lacan bize bir pass reçetesi bıraksaydı, onu tekrara girişmek şüphesiz bir kurumsallaşma âdeti olurdu.


Söylediğim gibi: Bir yanda annenin eli kulağında ölümü, Derrida geleceğin nöbetinde, “Geoff” programıyla onun zamanını sökmeye çalışırken. Yazı, Derrida’nın parmaklarında, bir şırınga gibi enjekte ediliyor, sayfanın dibine. Sorumuz şudur: Derrida, yastan ne doğurtabilir, zamana? Şimdi Freud’a dönelim. “Yas ve Melankoli’yi” sondan okumaya başlayacağız:


Yasta da melankolide olduğu gibi libidoyu (nesneden) ayırma çabaları bu aynı sistemde gerçekleştirilir; ama burada (yani yasta, melankolinin aksine) bu süreçlerin normal yoldan, Bö. üzerinden bilince ilerlemelerini hiçbir şey engellemez.


Bu temel ayrım, 1915’e dayanır. Freud yas ve melankoli arasındaki metapsikolojik farkı sözcük, nesne ve şey sunumları arasındaki ilişkiyi gündeme getirmek suretiyle izaha girişmiş durumdadır. Yasta şey sunumlarını, sözcük sunumlarına bağlayan tüm yollar açıktır ve bunun bir adı vardır: yas çalışması, Trauerarbeit. Melankolide ise melankoliğin tüm konuşkanlığına rağmen, bu söz konusu değildir ve onu, Freud’un görüşünde, psikoza yaklaştıran şey budur. Der ki Freud, “Melankolinin karşı koyuşu öyle şiddetli olabilir ki gerçeklikten bir uzaklaşma ve varsanısal bir istekli psikoz (Alm. eine halluzinatorische Wunschpsychose) yoluyla nesneye bir yapışma gerçekleşir.” Freud’da tüm arbeitların esasen Verneinung’un mümkün kıldığı bir gelecek-çalışması-olasılığı olduğunu, bu vesileyle, akılda bulundurmak gerekir. Bu sebeple Verneinung’un yokluğu tümden bir olumsuzluktur. Bu da 1925’ten çıkacak olan derstir. Bu ifadeler son derece soyut gözüküyor olabiliir ama esasen burada, “baktığım her yerde onu görüyorum” diyen bir yasın aksine melankoliden, yani, Freud’a göre konuşkanlığı ancak ve ancak “imgesel özdeşleşme” ile açıklanabilecek olan melankoliden bahsettiğimizi hatırlatmak kâfi gelmelidir. Öyleyse imgesel özdeşleşme, bir arbeit olanağı sunmamaktadır. Derrida’ya dönüyorum:


… şayet bana tüm bu itiraflar için zaman kazandıracak ve yalnız başıma öldüğümü, dua ettiğimi, ağladığımı gördüğüm sahnelerin sayısını çoğaltabileceğim kadar uzun yaşarsa, kıyılarına ulaşmaya gayret eden bir circumnavigation’un sonunda (Türkçesine “sünnetseferi” diyelim), ismi, nihaî olanı, biricik olanı olanaksız bir sünnet karşısında  nihayet dağlayabildiğim bir noktada, kazanarak kaybetmiş olacağım…


İsmini dağlayan yasın aksine, ismini ağlayan bir melankoli. Bu Freud’un bize melankolik konusunda aktardığı ilk derstir: İsmini ağlarken melankolik, der, isminin üzerine nesnenin gölgesi düşer. Bu yüzden, melankoli, Freud tarafından açık bir yaraya benzetilir.  


Annenin açık döşek yaraları içerisinde Élie kulağında ölümü. Türkçesini duysaydı, Derrida’yı hiç de şaşırtmayabilecek olan sesler çıkarıyor bu birkaç kelime. Élie, yani İlyas, Derrida’nın sonraları öğrendiği, ikinci ismi, bir yandan. Élie, sünnetin şahidi olan peygamberdir ve Derrida, Élie kulağında, bir yandan annesinin yasını geleceğe, bir Derrida okuru ve dost olan Geoffrey Bennington’un pedagojik kıskacından taşacak bir geleceğe açmaya girişmektedir. Kazanarak kaybetmek. Burada, ivedilikle, duyulmalıdır bir erkeğin kastrasyon ile karşılaşma biçimi. Şimdi sizlere Lacan’ın IV. Seminer’inin yedinci haftasından çeviriyorum:


Zira kız çocuğu bilhassa falluse sahip olmadığı nispette hediyenin sembolik yanıyla tanışacaktır. Kız çocuğu durumu fallisize ettiği nispette, yani, meselenin falluse sahip olmak ya da olmamak olduğu nispette Ödipus karmaşasına girer. Bununla birlikte, Freud’un altını çizmiş olduğu üzere, erkek çocuğunun Ödipal karmaşaya giriş biçimi bu değildir. Bu onun çıkışıdır. Ödipus karmaşasının sonunda erkek çocuğu hediyenin sembolik yanını belirli bir düzlemde gerçek kılmak durumunda kalacaktır. Etkin bir içimde, sahip olduğu şeyi, bir hediye yapmalıdır. Kız çocuğu ise Ödipus karmaşasına sahip olmadığı şeyi bulabildiği müddetçe girer.


Burada yastan biraz uzaklaşmak pahasına, bu IV. Seminer’de beliren bu hediyenin Claude Lévi-Strauss ve Dora’daki karşılığına değinmek icap eder. Dora’nın Bayan K., Bay K. ve babası arasındaki dörtlü ilişkide Bay K. ile özdeşleştiği pozisyonu muhafaza edebilmesine olanak sağlayan şey, Bay K.’nın Bayan K.’ya olan ilgisinin “Babam Bayan K.’da ne buluyor?” sorusuna denk düşmesidir. Yani Dora, Lévi-Strauss’un bizlere Akrabalığın Temel Yapıları’nda aktarmış olduğu türden bir ilişki içerisinde değildir: Bir kadın eş aldım ve bir kız çocuğu borçlandım. Meselenin tam da buna dönüştüğü noktada, yani Bay K.’nın Bayan K. için “ben ona karşı bir şey hissetmiyorum” dediği noktada, Dora’nın özdeşleşmesi düşmüş olur.


Hediyeden ve hediyenin ekonomisinden Freud ve Derrida’ya dönelim. Şöyle söylüyor Freud, “(yasın) Belli bir süre sonra yenileceğine güvenir ve ona yapılacak herhangi bir müdahaleyi yararsız ve hattâ zararlı olarak görürüz.” Peki, bu, belirli süreyi, kim belirliyor? Jacques Derrida’nın “Given Time” başlıklı makalesi, XIV. Louis’in gizli ve ikinci eşi Marquise de Maintenon’dan şu alıntıyla başlıyor: “Kral bütün zamanımı alıyor; kalanını ise Saint-Cyr’e, her şeyi vermeyi sevdiğime veriyorum.” Ama, diye soruyor Derrida, nasıl oluyor da bu kadın, eğer tüm zamanını krala veriyorsa, başka bir şeye daha zamanını verebilir. Başka zamanı yoktur ki! Ve Lacan’dan aktarıyor: İşte, sahip olmadığını vererek, fallusu vererek, aşkını vermektedir bu kadın. Derrida, yasını dağlarken, işte bir hediye yazıyor dostuna, gelecekten. Hiç hesapta olmayan bir gelecekten. Dostunun beklemediği bir gelecekten, dostunun zaten beklemediği ve bekleyemeyeceği bir hediyedir bu. Bu, analizanlarımız ile, çalışmaya başladığımız noktadır. Onlara neye dayanarak nasıl başlayacaklarını söyleyebiliriz? Derrida’ya dönelim:


Fakat veren kişi verdiğini görmemeli ve bilmemelidir. Aksi takdirde, bu eşikte, vermeye niyetlendiği anda, kendisine sembolik bir tanınma yoluyla, kendisini övmek yoluyla, onaylamak yoluyla, yüceltmek yoluyla, tebrik etmek yoluyla ödemeye başlayacaktır, kendisine verdiğini düşündüğü şeyin sembolik değerini geri vermeye başlayacak yahut buna hazırlanacaktır.


Analizan geleceği geleceğine verebilir olmaya açık olduğu müddetçe, çalışma analizdir. Yasın gelecek çalışması, diyor Freud bu makalede, kaybedilmiş olana yapılmış tüm yatırımı bir gerçeklik sınamasına tabi tutmayı içerir; yasla birlikte, gerçekliğin yeniden tesisi bir gereksinim hâline gelir. Zira nesnenin işlevi, işte bunu Dora ile kısaca da olsa gördük, gerçekliğin tesisi hususunda Özne konumunu da takip edebileceğimiz emareler sunar. Freud’da kusurlu olarak “savunma mekanizmaları” şeklinde okunan şey, esasında, budur. “Savunma mekanizması” zannedilen her şey nesne ile girilmiş belirli bir türden ilişkidir. İşte, Jacques Derrida’nın eli, annesinin ölümünün yakınlığındayken ve Bennington’un gerçeklik kıskacı eserinin peşindeyken, arkadaşına verebileceği yegâne şeyi verir Derrida, sahip olmadığı bir şeyi. Çünkü, der örneğin, vermek bir gizi açmak, bilinmeyeni vermek olsa idi, bir insan gerçekten bir şey itiraf edebilir miydi? Çoğu zaman analiz, “en gizli sırların” sayılıp dökülmesi ile başlamaz mı? Peki, nasıl olur da bundan hiçbir şey çıkmaz?


Çünkü, hazırdan yemektedir çalışma, henüz bu aşamasında. Lâkin Derrida’dan aktarmış olduğumuz üzere gelecek, bir döşek yarası gibi, yaşama açık tutulmalıdır. İşte bu, Freud’un “analizde inşalar” dediği şeydir. Psikanaliz hiçbir zaman bir ifşanın bilimi olmamıştır. Benim çokça kez tekrarladığım, belki bugün burada olanların benden defalarca kez duymuş olduğu üzere, Freud’un “benim teorimin en önemli yeniliği” dediği şey, hafızanın ancak ve ancak geleceğe açıklık ile yeniden kurulabilir olduğu tezidir. Bennington bir nüfus memuru gibi, nüfuz memuru gibi, sadakatin mümkün kıldığı olağanca yakınlıkla Derrida’yı takip etmektedir. Fakat analitik tecrübe, bizlere, sadakatin alışkanlık ile karıştırılmaması gerektiğini çokça kez göstermemiş midir?


… sözcükleri çok seviyorum çünkü benim kendime ait bir dilim yok, yalnızca sahte escarrelar (döşek yaraları) var, annemin bedenindeki yaraların etrafında oluşan o siyahımsı ve irinli kabuklar — topuklarının altında, sonra sakrumda ve kalçalarda beliren, sayıca fazla, canlı, homonimilerle kaynaşan tüm bu escarre’lar, tanrılar ve kurbanlar için birer sunak ocağı, bir mangal, bir kamp ateşi, bir vulva, bizzat sözcüğün kendisinin eskarozu: etimolojik piçlerin devasa bir ailesini doğuran bir yara…


“Bilinçdışı” makalesinde, yani sözcük ve şey sunumlarının Freud tarafından metapsikolojik tasnifinin yapıldığı eserde, hatırlayanlar var mıdır aranızda, şizofrenik bir dilin Freud tarafından neye benzetildiğini?


Şu anda gözlediğim bir hasta, yüzündeki derinin kötü durumu nedeniyle kendisine yaşamın tüm ilgilerinden geri çekilme izni vermiştir (bu tanımın melankoliye yakınlığına dikkat ediniz, bu hasta bir melankolik değildir, lâkin). Yüzünde herkesin dikkatini çeken siyah noktalar ve derin oyuklar olduğunu belirtir. Çözümleme iğdiş edilme karmaşasının cildi üzerinde sergilenmekte olduğunu gösterir… Eğer şizofrenide yerine-geçen oluşuma ve belirtiye tuhaflık özelliğini verenin ne olduğunu kendimize sorarsak er geç bunun sözcüklerle ilgili olanın şeylerle ilgili olana ağır basması olduğunu anlamaya başlarız.


Yani, kastrasyonun sergilenmesi ile bir çalışmaya, örneğin yas çalışması türünden bir çalışmaya tabi tutulması arasındaki farkı işaret etmiş oluyoruz, böylelikle. “Sünnet” diyor Derrida, “bahsettiğim yegâne şey bu, limit, sınırlar, işaretler, sınır bölgeleri vb.  hakkındaki söylemi düşünün,…, kapanışı, yüzüğü (alyansı ve hediyeyi), fedayı, bedenin yazımını…” diyerek devam ediyor. Yani, annenin yerine geçip orada kalakalarak değil fakat annenin sesini seslendirerek gerçekleştirilir, yas çalışması. Psikanalist Mehmet Mansur’un 2017 yılında gerçekleştirdiği bir dersten aktarıyorum:


Yazının doğuşu üç şeye bağlıdır: Annenin ölümü, yok olan annenin yerini alma ve kesintisiz bir yeniden doğuş hareketinin içerisinde ben’i yok olan annenin yerinden harekete geçirme, yani, hayatın kendi rolüne girişi.


Fakat melankolide olan şey nedir? Özdeşleşilen nesnenin gölgesi benliğin üzerine düşer, diyor Freud. Geçtiğimiz yılın Ekim yapmış olduğum bir konuşmada hatırlatmış olduğum üzere, bu benlik, Freud’un “Narsizm Üzerine’de” belirttiği üzere, “yeni bir eylem olarak belirir” psişik aygıt içerisinde. Tümden bir yenilik yahut nihaî bir yenilik değilse bile, içerdiği tüm yanılgılar ile bir yeniliktir. Ve şimdi, Özne’nin kendisine yönelttiği eleştirilerin muhatabı kisvesine bürünmüştür, bir yara gibi davranmaktadır. Bu sebeple Freud meslektaşlarını uyarır: Özne’nin kendisine yönelttiği tüm bu eleştirilerin, hakaretlerin “doğruluğu” hususunda onunla tartışmaya girmek, yersizdir. Çalışma bu hat üzerinden ilerlemeyecektir. Belki haklıdır, belki değildir, hiç fark etmez. Mühim olan Özne’nin kendisi hakkında nasıl ve hangi amaçla bu şekilde konuşabildiği ve başka hiçbir şey yapamadığıdır. Yaşamdan canı çekilmiştir. Bu da bize şizofrenik durumu hatırlatır: Tüm nesne yüklerinden vazgeçilmiştir. “Narsisizm Üzerine’de” de belirtildiği üzere, bu libidinal yükler, nevrotikte imgesel karşılıklar bulurlar. Bu imgesel ikamelerin kaynağı Freud’a göre bellektir. Histeri ya da obsesyonel nevroz söz konusu olduğunda kişi “eyleme dökmelerinden” vazgeçer ve imgesel ikameler yoluyla libidinal yatırımlarına bir boşalım alanı ararlar. Dolayısıyla, Freud’un yaptığı gibi, “Şizofrenide dış dünyadan çekilen yüklere ne olur” diye sormak, esasında, “Şizofrenide belleğin (ve doğal olarak bilincin) durumu nedir?” diye sormaktır. Bu aynı zamanda, pekâlâ, “şizofrenide zaman sorusunu” sormaktır.


Yani, “Yas ve Melankoli,” sadece yasın belirli bir süresi olduğunun Freud tarafından iddia edilmesi sebebiyle değil, aynı zamanda, melankoliğin durumunun kaçınılmaz olarak bellek ve zaman ile ilişkisi anlamında da zaman sorusunu gündeme getiren bir metindir. Melankolik kaybın gölgesi altına girdiğinde, yasın ve yazının tüm gelecek ihtimallerinin aksine, zamanın durduğunu söylemekte yanılmakta mıyızdır ki?


… fakat Élie’de her şey birincil şahısta söylenmiş olacak, Ben, Ben, Ben, ve bir cümleden diğerine, hatta aynı cümle içerisinde bile, aynı Ben olmayacaktır bu, bu nedenle, okunamaz olacaktır, şayet bir kod yoksa yazıyı yönlendirecek ve dikkatli ve çalışkan okurun anlatıcıların senografisini yeniden tesis edebilmesini sağlayacak, örneğin bir fiil çekimi yahut başka bir özellik, gramatik olsun yahut olmasın…


Ben. Ben. Ben. Yazının durmaksızın yeniden doğuşunu aktarıyor Derrida. İşte Freud, bunun için, “zaman gösterecek yalnızca,” der. Analizana bir yorum sunulur ve akıbeti beklenir. “Ya yanılmışsak?” Hayır, der Freud, bu şekilde çalışmıyoruz. Bırakınız yorumunuz analizan tarafından işitiledursun ve sizler de yorumunuzun izlerini takip etmeye devam edin, analizanınızın sunduğu ipuçlarda yahut yine Freud’un ifadesiyle, ikincil kanıtlarda. Bilinçdışının zamansızlığına iman edilmelidir. Fakat imanı bekleyen tüm durumlar gibi, bilinçdışı da ancak ve ancak iman edenlere sunar, mucizelerini. Önce mucize, sonra iman, mümkün değildir. Analistin kulağı analizanın mırıltılarında duayı arar, durur.


Melankolik Özne, kendisine bir nesne gibi davranmaya başlar. Bu, onun kendisini öldürebilmesinin, yegâne koşuludur. Freud, bu sebeple, melankolinin kimi özelliklerini yastani, kimilerini ise sadizmden aldığını söyler. Bu Freud, yani 1924 öncesi Freud için, sadizm ve mazoşizm ancak ve ancak birbirlerini takip edebildikleri müddetçe mümkündür. Bu metin, Freud’un Özne’nin kendisini ancak “bir başkası aracılığıyla” öldürebildiğien delalet eden ikinci Freud metnidir. Bir diğeri, çok yakın bir tarihte kaleme alınacak olan, “Bir Çocuk Dövülüyor” makalesidir. Bu iki yorumu da “kendi bildiği yoldan ölen canlılardan” bahseden “Haz İlkesinin Ötesinde” girişimi ile mukayese etmek gerekir. Bu yol melankolinin gösterdiği yol değildir. Melankoli, dürtünün yapısının nesneyle ilişkisinden doğan bir kısa devredir; bir çevrim değildir.


… çoktan ölmüş olan ve beni ölüm karşısında öldüren korku ile yer değiştirmeye başlamıştım, ölümden korkmak değildi bu, ne kolay olurdu öylesi, fakat kendim ölebilmeden evvel bir ölüyle daha yer değiştirmek korkusuydu…


Ölümün yüzüne bakıp, müteveffa ile yer değiştirmek ve onun yerinden, bir yeniden doğuş hareketi içerisinde, yazıya can vermek ve yeniden ve yeniden. Gerçeklik ilkesinin gerçeklik gereksinimini, müteveffanın ölmüş olduğu ve geri dönmeyeceği bilgisi ile teyit etmek gibi bir şey ile karıştırılmamalıdır bu; bu anlayış, yani bu teyit ve bilgi anlayışı, bu karşıtlık mantığı, şu ya da bu’lar, zaten imkânsızlar ve şartlı girişimler, en az ve en fazla ikiye bölme mantığı… tüm bunlar, haz ve gerçeklik ilkelerini birbirlerinin karşıtı olarak okuma ve yaşama alışkanlığının kaçınılmaz (gibi gözüken) sonucudur. Tüm bu dünya görüşü, geleceğe, bir sünnetseferi mesafededir. Analist kendisini bu seferin kaptanı bildiği sürece, yani, analitik söylemi bir gelecek sigortası bellediği sürece, analiz ve geleceği, kurumsal bir çıktı olarak kalacaktır. Halbuki, diyor Derrida, bir hediye gibi, bir itiraf, bilinçdışından gelmelidir. Derrida’nın Aziz Augustine için sorduğunu, biz niçin bilinçdışı için soramayalım: Nasıl olur da bir analizan, bilinçdışından bir şeyi, itiraf edebilir? Zira bilinçdışı ve Tanrı, eğer bir gizin ifşası olsaydı söz konusu olan, gerçekten itirafın muhatabı olabilirler miydi ki? Derrida’nın “Living On’undan”: “Olağandışı olan Ben’in, anlatıcı sesin durduğu yerde başlar, sözün arrete’sinde, başlar.” Vermeye başlayan bir kesinti. I posthume as I breathe. Freud’un Nachträglichkeit için verdiği ilk isim, 1895’te, posthumous’tur.


Gösterenlerle yas tutarız ve, neden olmasın, gösterenlerin yasını tutarız. Freud tam olarak böyle söylemiyor mu? “Yas her zaman sevilen bir insanın ya da ülke, özgürlük, ülkü vb. gibi insanın yerini almış olan soyut bir kavramın kaybına tepkidir.” Bu, metapsikolojik olarak, yasın belirli bir zaman gerektiriyor oluşunun izahıdır. Çünkü bilinçdışında kronolojik olarak düzenlenen zamanın yerini alan şey, gösterenlerin birbirleriyle ilişkisidir. Bilinçdışı zamansız olsa da son derece yapılanmış, bir dil gibi yapılanmış derken, bundan başka neyi kastediyor olabiliriz? Bir rüyayı çalışırken, örneğin, onun her bir öğesini diğer öğelerce ve diğer öğeler ile birlikte belirlenebildiği her türlü ilişkiyi analizanın çağrışımına tuttuğumuzda, yaptığımız şey, her bir öğenin belirli bir süre boyunca kaydınının tutulması ve izinin sürülmesi değil ise, ne olabilir? Melankolideki sorun, metapsikolojik olarak, kayıp bu öğenin söz konusu çalışmaya tabii tutulamıyor olmasıdır.


Gördüğünüz üzere bugünkü tartışmamız, yani yas ve melankoli arasında Freud tarafından gerçekleştirilmiş olan ayrıma ilişkin yeniden okumalarımız, bize, diğer bir yandan, psikanalitik kliniğin temellerini de tartışmak olanağı veriyor ve hatta bunu zorunlu kılıyor. Bir yandan birkaç kez psikotik yapılara atıfta bulunduk, örneğin. Fakat bunu yapıyorsak, nevrotik ve psikotik yapı arasındaki farkın yas ve melankoli arasındaki farkı anlamamız açısından önem arz etmesi dolayısıyla yapıyoruz. Yası nevroza, melankoliyi ise psikoza atfetmek gibi bir gâyemiz yok. Bu türden sınıflandırmalar kliniğimizin kulaklarını tıkamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ama Freud’un bu tarihlerde, yani 1917 yılı civarlarında, bu ilişkiler üzerine çalıştığını söylemekte hiçbir mahsur göremiyorum. “Düşler Kuramına Metapsikolojik Bir Ek” makalesi bu hususta son derece öğreticidir. Bu metinde Freud düş oluşumuna giden yollar ile şizofrenik bir yapılanma arasındaki ilişkiyi tartışmaya açar, örneğin. Şizofrenide husus, sözcük ve şey sunumları arasındaki bağlantının kopmasıdır. Melankoli de benzeri bir görünüm sergiler. Lâkin şizofreninin aksine, melankolik yapıdaki ağırlık, melankolinin yas ve sadistik durumdan aldığı özelliklerinin neticesinde, çiftedeğerli bir çatışmayı şey sunumları nezdinde sürdürmesi ve bunu sözcük sunumlarına taşıyamamasıdır; şizofreni ise sözcüklere neredeyse bir yapışmanın söz konusu olduğu bir durumdur. Şimdi Freud’un “Bilinçdışı” (1915) başlıklı makalesinden aktarıyorum. Bu satırlar sizler için şizofrenik durumu biraz daha açık kılacaktır:


Sözcük sunumu yükünün bastırma eyleminin bir parçası olmadığı ama şizofreninin klinik tablosunda dikkat çekici bir şekilde egemen olan iyileşme ya da sağaltım girişimlerinin ilkini temsil ettiği ortaya çıkar. Bu çabalar yitik nesneyi yeniden kazanmaya yöneliktir ve bu amaca ulaşmak için nesneye sözel kesimi üzerinden ulaşan bir yola koyulmaları ama sonra kendilerini şeyler yerine sözcüklerle yitinmek zorunda kalmış olarak bulmaları pekâlâ olasıdır.


Burada, melankolik görünümlerin, Freud tarafından, yasın aksine, nesnenin “gerçek” bir kaybını gereksinmeden başlayabiliyor olduğu gerçeğini hatırlatmamız gerekir. Yani, melankoli, ağır bir yas yahut geçmeyen bir yas değildir. Melankoli, şey sunumundan ayrılığın bilinçdışı çatışmasının hiçbir zaman bilince taşınamadığı bir görünümdür. Nihayet bilinçli hâle geldiğinde, melankolik ancak kaybedilen nesne ile imgesel bir özdeşleşme gerçekleştirmiş olur ve bu özdeşleşme, benliği, üstbenlik ile benlik arasındaki çatışkının tezahür ettiği açık bir yaraya dönüştürür. Elbette, imgesel bir duruma sıkışmış olan bu hâl, şiddet doludur ve ancak kaybedilen nesneyi (ya da göstereni) değersizleştirebildiğinde, alt edebildiğinde, üste çıkabildiğinde, galip gelebildiğinde son bulabilir. Melankoli, belki de sembolik bir duruma erişimin neredeyse imkânsız olduğu bir senaryoda, mümkün olan yegâne insanlık durumudur.


Başlangıçta, dilden evvel, arzu yalnızca speküler evrenin imgesel ilişkisi içerisinde var olur; ötekine yansıtılır, onda yabancılaşır. Yarattığı gerilim bir sonuçtan yoksundur. Yani, Hegel’in bize öğrettiği üzere, ötekinin yıkımı dışındaki herhangi bir sonuçtan.


Şimdi Freud’un analist adaylarını uyarısını hatırlayalım: Analizanların geleceğini kendi paranoyamız ile yamamaya, dikmeye, örtmeye gayret ettiğimizde, onları yıkım dışındaki bir gelecek ihtimalinden yoksun bırakmaktan başka ne yapıyor olabiliriz? Psikanalizin icrası, tarafların kendilerini bilmemeye bırakabilmeleri, bilmemenin gerektirdiği cesaret ve emek ile mümkün olabilir ancak.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Psikanalitik Çerçeve

Bu metin 07.09.2025 tarihinde An Psikoloji'de kendilerinin "Aktarım Günleri" başlığını taşıyan etkinlik dizisi kapsamında düzenlenen...

 
 
 

Yorumlar


© 2025 by İbrahim Şahin Ateş

bottom of page